ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Konuya girmeden önce etiketler ülkesinde yaşayan bir insan olmanın bilinci ile mecbur olduğum bazı açıklamalarla meseleye giriş yapmak istiyorum. Siyasetin pek güzel bir iş ve uğraş olduğunu düşünenlerden değilim. Zira çok matah bir şey olsa başta H.z. Ali olmak üzere cümle Ehlibeyt’in başını yemezdi. Bu işi meslek olarak yapanları tenzih ederek, sohbetinde sofrasında, bayramında seyranında dile getirenleri, tıpkı fiilen futbolla uğraşmayıp futbol konuşanlar gibi boş, gereksiz insanlar olarak görür ve bu çeşit yığınlara görüşleri ne olursa olsun acırım. Zira işi ve müdahale yetkisi olmadığı halde buna muktedir de olamayıp bunu konuşanların konuşacak bir şeyleri yoktur. Yazma okuma ve öğrenmeyi on üç yaşımdan beri sevdiğim için yaparım. Bildiğim ve öğrendiğim doğruları söyler ama falan filan guruba, partiye, locaya, tarikata, cemaate müşteri toplamayı dava geyiği ile süsleyip aklımı kimseye kiraya vermem. Demokrasi deyip yıllarca, örgüt haşerelerinin zangoçluğunu yapanlar gibi olmadım, istişare deyip de tombul ağaların, göbekli şeyhlerin direktiflerine sallabaşlık yapanlara 2008’den beri isim ve etiket ayırmaksızın gülmekteyim. O yüzden hep dokuzuncu köye mahkum edildim. Fetö zamanında sapık ve düşkün ilan edildim, başka bir zamanda “kendini aşmış, biz buna söz geçiremeyiz” diyen her devrin kodamanı kripto rektör yardımcıları tarafından aforoz edildim. Üç yudumda suya sadakat gösteren ehli tarikat birini bana verdiği söz ve ettiği yeminden caydıracak kadar dinden imandan ettim. Kimsenin silahşoru değilim. O yüzden girdiğim bütün akademik mülakatlardan kolaylıkla elendim. Edebiyatı ve şiiri sırf edebiyat ve şiir olduğu için sevdim. Onu bile dava mava ideoloji geyiklerine alet etmeyi zul telakki ettim. Kimseye göre yaşamadığım için akraba ve komşu mabeyninde de içten içe tekfire maruz kaldım. Hamasete de din tüccarlığına da karşı şedid tavrım yayımlanmış yazılarımın satırlarında gizlidir. Aynı şekilde siyasal İslamcıların son zamanlarda (hususiyle bazı vakıfların) milliyetçi söylemlerini de hiç samimi bulmuyorum.[1]
Gazete okumayı düşünceye verdiğim değer ve kokusu itibari ile sevdim. O kadar sevdim ki hangi görüşten olursa olsun iri gazetelerin magazin eklerinin kendilerinden fazla okunup satıldığını bilerek; Milat, Yeni Asya, Aydınlık, Diriliş Postası, Sözcü, Yeniçağ ve Ortadoğu gazetelerini fikri derinlikleri itibari ile muteber bulup okudum. Dolayısıyla okuduklarıma dair eleştiri hakkını da kendimde buldum diyebilirim.
Bu kadar satırdan sonra gelelim 28 Ağustos 2018 tarihli Ahmet Battal’ın “Camilerimiz yerli ve millî mi olmalı?” başlıklı yazıya. Şöyle diyor Battal: “Bunlara “…öcü” ya da “vatan haini” damgası vurarak sizi “güya destek”leyenlere lütfen dikkat ediniz. Siz, Diyanet olarak, eleştirilerin mahiyetine bakınız. Dinen haklı ise gereğini yapınız. Bilirsiniz ve biliniz; Cuma vaazlarından ve hutbelerinden rahatsız olduğu için Cuma namazı yerine ve Cuma namazı niyetine sabah namazı kılmak üzere camiye giden samimi mü’minler var. Yanlış yapıyorlar. Ama sebebi var. Ve düzeltmek sizin vazifeniz. Ve unutmayınız tarih boyunca bütün sapık akımlar bu tür “tercih”lerin ürünü.Hem adamı denize atıp hem de adama “neden yılana sarılıyorsun” demek anlamlı değil.”
İddia ilginç, hutbedeki taraflı söylemlerden dolayı cumaya gelmeyenler var deniyor. Olabilir. Bu kısma daha sonra dönüş yapacağım ama yazının mevzusu olan taraflılık nedir ki bu kadar camiden cemaat kaçırıyor? Önce ona bir bakalım.
“Allah’ım devletimizi, milletimizi ve ülkemizi koru ve yücelt.” Bu duaya amin demeyecek bir AK PATİLİ, İYİ PARTİLİ, CHP’Lİ MHP’Lİ olmadığının bilincinde olacak ki üstad meseleye şuradan giriyor:
“Çat pat Türkçe bilen bir Arab’ın ya da bir Acem’in ve hatta bir Azeri’nin Türkiye’de herhangi bir camide şu dua cümlelerini duyduğunu düşününüz”
Düşündük ne olacak? Bir Suriyeli bu cümleden neden rahatsız olsun ki? Duanın yapıldığı vatan: Türkiye, millet –Atatürk’ün tespiti ve tarifiyle- orada yaşayıp orayı vatan kabul edenler… Ve asıl bu cümledeki skandal: bir Azeri’nin rahatsız olabileceği ki: “Ben Türk değilim Azeri’yim.” diyen birine ben rastlamadım. Sayın Battal bunu neye binaen söyledi maksadı nedir? Bilemem. Ama en basitinden bir gaflet ve cehaletin ürünüyse takdir Yeni Asya yönetiminindir. Gelelim diğerlerine:
Farz edelim ki bir ailede ailecek cemaat olup namaza durduk. Namaz sonunda imamette bulunan kişi adet olduğu üzere duasında “Allah’ım bizi ve ailemizi koru dedi.” Misafirin bundan rahatsızlığı Müslümanlığın ya da İslam’ın hangi hükmüyle izah edilebilir? Burada imamın mı, misafirin mi niyeti bozuktur? Yoksa cemaate dahil olmayıp pencereden bakıp niyet okuyanın mı?
Camiye “tarafgir hutbeler”den dolayı gelmeyenlere gelince. Bu her dönemde olmuştur. Hatta sürekli Cuma namazlarını kendi mahfillerinde kılanlar varken, hutbelerde zamanında falan örgütün ele başının söylemleri alttan alta verilirken, bundan duyulan rahatsızlığa da acaba aynı hassasiyetle yaklaştı mı Sayın Battal?
Gelin işe kitabından örnekler vererek meseleyi nihayete erdirelim:
Sayın Battal’a sormak isterim…Dershanelerinizde şu satırları okurken, mabeyninizde bir Suriyeli kardeş bulunuyor mu? Yoksa bulunmadıkları mahfillerde mi okunuyor bu satırlar:
“Ey efendiler! Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sâdık ve en hâlis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan; bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk Milletine hizmet ettiğimi, hakikî ve civanmerd bin Türk gençlerini işhâd edebilirim.”
“Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmibeş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur'ânımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat Sh:608)
Sayın Battal’dan ve Bediüzzamanın has dairesinden bağımsız olarak diyorum ki: Her güzel kitap gibi Risale-yi Nur da hiçbir şeyden çekmedi, suyun başını tutmuş liyakatsiz, yarı yamalak ağabeylerden çektiği kadar. Bunun bir numunesi 15 Temmuz’da ateş olup başımızda patlamadı mı?[2]