ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Onu yumuşacık yanağından öptünüz, sonra boynundan. Sonra mis kokusunu içinize çektiniz derin bir nefesle ta derinlerinize. Bu dünya veya bilip bilebileceğiniz tüm dünyalardaki en muhteşem koku diye düşünürken ninni söylemeye başladınız; sevginin ses tellerinde doğaçlama buluştuğu notalarla. Güftesi size aitti her defasında bu ninnilerin. Notalar onu uyuturken henüz anlamayacağı güfteleri kendiniz için yazıyordunuz zaten. Ya acılarınız vardı içinde ya sitemleriniz ya mutluluklarınız veya dilekleriniz… Dilekler sadece onun için olurdu her nedense. Gelecek onun için daha uzun olduğu için belki… Günler geçtikçe “belki” ve “nedense”leri de silip attınız hayatınızdan. Ona olan sevginiz o kadar hızla büyüyordu ki önüne geçilemez bir çığ gibi. Zaman zaman kendiniz bile ürküp saklanmak istediniz ve saklandınız. Avcunuzun içinde tuttuğunuz küçücük yumuş yumuş bir elin içindeydiniz artık. Kaçınılmaz ve olması gereken teslimiyet gerçekleşmişti ve hayretle mutluluğu yeniden tanımladınız hislerinizle; yapılan tüm tanımları silercesine. Yanakları ne kadar pespembe… Dudaklarında da sürekli gülücük var. Gözleri de pırıl pırıl parlıyor, üstelik kilosu da oldukça yerinde. Meyveli pudingini de yedi, sütlü mamasını da… Banyosunu da yaptı büyük bir keyifle. Sabun köpükleriyle oynarken nasıl da mutlu mutlu izliyordu onları. Uçuşan baloncuklar ışığın yansımasıyla birer yıldız gibi parlarken ellerini uzatmıştı onlara. Neredeyse tutacak gibiydi her birini. Ama henüz çok küçüktü. Siz tuttunuz uçuşan sabun baloncuklarından birini ve söndürmeden bebeğinize sundunuz. O bir gülücük atarken bütün dünyalar sizin olmuştu. Mutluluğun gerçek anlamını bulmuştunuz.
Birden bir rüzgâr esti şiddetli bir uğultuyla. Pencere kepenkleri birbirine çarpmaya başladı. Belli ki birisi açık kalmıştı. Bebeğiniz uyanacak ve korkacak diye korktunuz. Gecenin bir yarısı üşenmeden merdivenleri tırmanıp çatı katındaki pencerenin kepenklerini kapattınız. Bu esnada çiselemeye başlayan yağmur, şıpırtısıyla kiremitlerinizi dövmeye başlamıştı bile. Arkasından merdivenlerinize kadar ulaşan bir şimşek ışıltısı… Birkaç saniyede daha gök gürlemeden bebeğinizin yanında olmalıydınız. Merdivenleri o kadar hızlı indiniz ki, ayağınız kayıp düşebilirdiniz de. Bu sizin düşünebileceğiniz en son şeydi o anda. Gök tüm şiddetiyle gürlerken bebeğiniz uyanmıştı korkuyla; diğer tüm bebekler de. Ama diğer bebeklerin anneleri yoktu yanlarında. Hıçkırıkları boğazlarına düğümlendi boğulurcasına.
Toz duman, kara bulut sardı etraflarını. Bombalar düştü çatılarının üstüne. Alevler sardı tüm şehri. Dolunay bile renk değiştirdi kızıla dönüşerek. Taş beton yığınları altında kalan bedenler ya cansızdı ya da inim inim son nefesinde. Ortalık kan revan. Görüntüler görsellik ve ses efektinde Oscar almış bir film niteliğinde. Dudak uçuklatan sahneler ne yazık ki beyaz perdede rol değil, gerçeğin ta kendisi. Bebekler ağlayamıyorlar bile. Yüzlerini, gözlerini kapatan kan ve tozun oluşturduğu kırmızı çamurdan kurtulmak istiyorlar önce. Küçük elleriyle yüzlerindeki çamuru silip, yeni dünyalarını tanımaya çalışırken, gördükleri ilk görüntüyle yerine geliyor bilinçleri. “Anne!” diyorlar “Anne!”
Anne hemen yanı başında. Üstünde koca, beton bir blok. Aynı kırmızı çamur onun ad gözlerini kapatmış. Küçük bebek anlıyor annesinin onu kucaklayamamasının nedenini. Hemen annesinin yanına emekleyip, küçük elleriyle onun gözlerindeki çamuru temizlemeye çalışıyor; temizliyor, temizliyor… Ama annesinden hiç ses çıkmıyor. Bebek işte; o sırada annesinin boynundaki mavi boncuklu kolyeye takılıyor gözleri. Elini uzatıp, ipi kopmuş kolyeyi büyük bir hevesle çekip alıyor boynundan. Mavi boncuklar şıkır şıkır, pasparlak, avucunun içindeyken yüzü gülümsüyor. Sonra boncuklardan en büyüğü ipten çıkıp yuvarlanmaya başlayınca bebek de onu takip ediyor. Ama mavi boncuğa yaklaşamıyor bile. Çünkü orada kara bir sıçan var; kanlı ağzıyla, kanlı gözleriyle öylece durmuş onu izlemekte.
Haydi hep birlikte akıl seferberliği yapıp, başı sonu olmayan bu hikayeye bir baş bir son yazalım.
Savaş çığırtkanlığı yapanları yok etmekle başlayıp
Kuzine sobanın üzerinde kavrulan kestaneleri iştahla bekleyen pembe yanaklı bebeklerle süsleyelim sonunu…
Sonra da çok uzaklardan da olsa buram buram kestane kokusunu içimize çekelim olur mu?
Çünkü; savaşlar aklın olmadığı yerde büyüyen öldürücü bir bakteriden başka birşey değildir.
Ve akıl en güçlü antibiyotiktir!