ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Abbasi halifeliği meşruiyetini halifelik sıfatı ile dolaylı olarak Hz. Muhammed’e bağlıyordu. Abbasilerin yıkılmasından sonra Mısır’da kurulan Memluk Devleti de Abbasi soyundan gelen kukla bir halife bulmuş ve meşruiyetini bu şekilde sağlamaya çalışmıştır.
Hindistan’ın uzak köşelerindeki Müslüman hanlıklardan Firuz Şah’a Timur’un torunu Pir Muhammed’den Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid ‘a kadar pek çok Müslüman hükümdar Kahire’de oturan Abbasi halifesinden Sultan unvanı almak için resmen başvurmuştu.
Ancak Bayezid’in torunlarından Yavuz Sultan Selim böyle bir meşruiyete hiç gerek duymamıştır. Yenip idam ettirdiği son Memluk sultanının son kuklasının üzerindeki halifeliği kendi üzerine almıştır.
Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Mısır’daki “El Devlet-‘ül Türkiye” adı ile yaşayan Memlukluların himayesinde yaşayan Abbasi soyundan gelen halife III. Mütevekkil’den Ayasofya’da bir merasim ile halifeliği aldığına dair ne Osmanlı kaynaklarında ne de Arap kaynaklarında herhangi bir kayıt yoktur.
III. Mütevekkil’in İstanbul’a getirildiği doğrudur. Ancak bunun nedeni yolsuzlukları nedeniyle Yedikule zindanlarına hapsedilmesidir.
Yavuz “Hadim-ü’l Haremeyni’ş Şerifeyn” Yani Mekke ve Medine’nin hizmetkârı unvanını kullansa da Abbasi halifelerinin kullandığı “Hilafet-i Kübra” yani dünyadaki bütün Müslümanların meşru dini ve siyasi hâkimi olmak iddiasında bulunmamıştır.[1]
Memlük devleti Halifeyi ve Mukaddes şehirleri (Mekke – Medine – Kudüs) bünyesinde bulundurmakla İslam dünyasında üstünlük kurmuştur. Bu üstünlük Hıristiyan âlemi ve Hıristiyan hacılar üzerinde de etkili oluyordu.
Yavuz Sultan Selim’in Merc-i Dabık zaferi ile Suriye ve Filistin’i fethetmesi Ridaniye Savaşının sonucunda Mekke ve Medine’nin Osmanlı devleti’ne katılması ile Memlük himayesinde bulunan bu manevi üstünlük Osmanoğullarına geçmiştir. Bu haliyle Yavuz fiili olarak halife olarak değerlendirilebilir.
Memlük devletinin düşmesinden sonra Mekke şerifi oğlunu Kahire’ye gönderdi. Mukaddes makamların (Kâbe , Ravza-i Mutahhara)[2] anahtarları , Mekke ve Medine’deki Mukaddes Emanetler Yavuz’a takdim edildi. Böylelikle 6. Temmuz 1517’de Hicaz Osmanlı Devletine dâhil oldu.
Yavuz’un vefatından sonra Kanuni Mütevekkil’in Kahire’ye dönmesine izin vermiştir, ancak Osmanlı’nın Mısır valisi olan Hain Mehmet Paşa bir ara isyan ederek Mütevekkil’i halife kendisini de sultan ilan etmiş fakat yakalanarak idam edilmiştir. Bununla birlikte Mütevekkil’e yine de dokunulmamış o da bir köşeye çekilerek kalan ömrünü tamamlamıştır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın“Halife-i Müslimîn” ve “Halife-i Rûy-i Zemin / Yeryüzünün halifesi ” unvanlarını açıkça kullanmıştır. Ancak o zaman içinde bu tartışma konusu olmuştur. Bunun için de “İmam Kureyş’tendir” hadisi kanıt gösterilmiştir.
İslam hukukuna göre, ümmeti yönetecek olan halifenin, Kureyş’li olması vasfının şartlılığı ve bu konuda gelen hadislerin bağlayıcı olup olmaması hususu, âlim ve araştırmacıları zamanımıza kadar meşgul etmiştir.
Hz. Muhammed Veda Hutbesi’nde;
“Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır.” Buyuran bir peygamberin yolundan gidenlerin hilafetin sadece belli bir kavme ait olduğunu iddia etmek doğru olmasa gerekir.
Bu konuda fetva verenler de Hz. Hüseyin’i şehid eden Yezid’i ve Ehl-i Beyt’in hakiki imamlarını şehid eden Emevi ve Abbasi halifelerini Kureyştendir diyerek meşru halife olarak görmekte ancak din-i İslam için mücadele eden Osmanlı halifelerini gayr-i meşru olarak tarif etmektedirler.
Osmanlılar kimlerdir? Peygamberimizin Konstaniyye’nin fatihine söylediği, “O ne güzel komutan ve Onun askerleri ne güzel askerlerdir” övgüsüne mazhar olan bir neslin evlatlarıdır. Peygamberin övdüğü bir soyu gayr-i meşruluk ile suçlamak ne kadar doğrudur?
Osmanlı Sultanları Peygamberin övgüsüne mazhar olmak için İstanbul’u defalarca kuşatmış ve nihayet fethetmiş, dünyada Hıristiyanların saldırısına uğrayan Müslümanlar nereden yardım istemişse onların yardıma koşmuş, Portekizlilerin saldırısına uğrayan Sumatra Sultanı Alaeddin’e kale, top ve gemi yapması için uzmanlar göndermiş, Kazan ve Astrahan’ı işgal eden Rus Çarı’na karşı Müslümanların kendisine müracaat etmesi üzerine Asrtahan Seferi’ni (II. Selim/1559) düzenlemiş, Orta Asya hanlıklarına ateşli silahlarla donatılmış Yeniçeri müfrezeleri yollanmış, dünya Müslümanlarının güvenli bir şekilde Hacc vazifelerini yapmaları için her türlü tedbiri almıştır. Buna benzer örnekler çoğaltılabilir.
“Halife” kelimesi “evrensel egemenlik” anlamını üzerinde taşıyan bir kavramdır. Osmanlılar kendilerine geçtiği halde halifelik kavramını yaklaşık olarak 400 sene boyunca hiç kullanmadılar. Ancak gerileme döneminde halifelik kurumunun aslında ne anlama geldiği anlaşılmıştı. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasında ilk defa kullanıldı.
Osmanlılar 1517 yılında sembolik anlamda halifeliği üstenmiş göründüler ancak hiçbir zaman “biz ilâhî halifeyiz” demediler. Yaptıkları işlerde hep fetvayı Şeyhülislâm’dan almaya devam ettiler. İlâhî saltanatta hak iddia etmediler. Bilakis velilere hürmet gösterdiler. Hatta bazen derviş olmayı kendi saltanatlarına tercih ettiler. Osmanlılar ilâhî saltanatta hak iddia etmemişlerdir. Bu tarih boyunca görülmemiş bir konudur. Osmanlıyı bir de bu açıdan değerlendirmek icap eder.
Sultan Abdülhamid zamanında Hilafet siyasi rolünden ziyade ruhani yönü itibarı ile batIlıları uzun süre duraklatan bir güç olarak kullanıldı. Hiçbir zaman halifenin yönetimine girmemiş olan Hindistan ve Çin gibi uzak diyarlardaki Müslümanların bile çevresinde toplandığı manevi bir mihrak oldu.
Hilafetin bu müthiş gücü Abdülhamid’in azılı düşmanı olan İttihatçıların gözünden kaçmamıştı onlar da Türklerin ulusal politikaları adına halifelik kurumunun muhafaza edilmesini istiyorlardı.
Ancak 1924 yılında dünya Müslümanlarını birleştiren tek makam olan bu kurum hiçbir Müslüman devlete sorulmadan bir oldu bittiyle kaldırılmıştır.