ÖNE ÇIKAN HABERLER |
“Eee” dedi gönül efendi, mızrabı tele vururcasına,”… Daha, daha ne var ne yok?” Bir süre bulamadım muhatabını cevap verecek. Öylece oturdum, kenara atılmış bohça gibiydim. Nice sonra saatin sessizliği delen tıkırtılı ritmik melodisi sustu, ya da ben duymaz oldum onu. Loş, ardından karanlık, en sonunda da zifiri karanlık bir boşlukta bilmez halde kaybettim kendimi. Kaynağı nedir bilmediğim gümbürtülü ses, kulaklarımda değil, içimde yükseldi bu sefer, daha da hiddetliydi;
“Ölüm nedir?”
Korku ile ürpermenin üstüne, bir de şaşkındım, belki cevap veremedim ama tepkiliydim.
Nereden bileyim ben ölüm nedir? Ölene sormak gerek,benim gibi yaşayana mı!
Bir soru daha geldi peşi sıra
“Doğmak, ölüm sürecinin başlangıcı değil mi insanın?”
O sesle bu sefer irkilmedim belki ama hala ürperiyordu tüylerim. Sustum cevap vermeden, sanırım o ses de anlamıştı konu içinde el yordamı ile de olsa cevabı idrak etmeye çalıştığımı. Sahi yaşam sürecinde, yaşamın ta kendisinin içerisinde aslında kendini açık eden sırlanmış ölüm değil miydi? Önce ölümlerini düşündüm en yakınlarımın, onlara nasıl ağladığımı, mesela babamın ölümüne, hatta babamın da babaannemin ölümüne nasıl ağladığını düşündüm. Oysa ağlaması gereken ölülerin kendisi değil miydi? Yani biraz sonra, yerin birkaç metre altında, tüm sevgilerine rağmen, sevdikleri tarafından terk edilecek olanlar ölenlerimiz değil miydi? Peki, neydi bu vakur sessizlikteki ölüm var diyen ölülerin sessiz hatipliği?
O ses artık korkutmuyor, ürpertmiyor, şaşırtmıyordu.
“Yaşama tekrar döndürülseydi o çok sevdiğin baban, sence sana ne derdi ölümü tatmış bir ademoğlu olarak?”
Henüz bilmeden ilk soruların cevabını, bu ikinciyi niye peydahlamıştı o acıması olmadığı kadar aman vermeyen ses. Üstelik hemen ardında da dedi ki…
Dünya iki penceresi olan bir elmadır,
Âdemler gelir geçer bir handadır,
Beden denilen binek burada amma,
Ruh hep andadır…
Bu bir cevap mıydı, yoksa yeni bir soru muydu? Cevapsa hangi soruya aitti, bileniniz varsa beri gelsin, o sese cevap versin? Sizi bilmem ama ben açıklamaya kısmen talip oldum, cahil, insan, beşer olarak… Evet, iki penceresi vardı dünyanın, birinden gelir, diğerinden gideriz, doğana seviniriz, ölene üzülürüz. Gitmenin ilk şartı gelmek, doğmanın ise ölümle nihayete ermesi kaçınılmaz , sanki böyle değilmiş gibi sevinmek, dahası gitmenin aslında bizim de gideceğimiz gerçeğini ıskalamak niye? Öyle ya, sevdiğimizi bile olsa, en hakir gördüğümüz toprağın sinesine teslim etmiyor muyuz? Biz de bir gün mutlaka yanlarına gittiğimizde, aslında onların da bizleri bir şeylerin sinesinde bırakmayacaklarını bilmezden gelmek niye? Şimdi de ses değil, aklım soruyor, “Ben sevdiğimin sonuna mı, sonumun da öyle olacağına mı ağladım onca miktar?”
Ses, hemen müdahale etti;
“Son mu, ne sonu? Kim dedi sana son olduğunu, bilakis senin o ‘son’ dediğin, sonsuzluğun başlangıcıdır ancak. İstediğin kadar görmezden gel, göreceğin, görmekle kalmayıp başından aşağıya giyineceğin ölüm giysisini. Zira ruhuna beden bineğini giydirip gönderen kim ise üstünden çıkaracak olan da O’dur mutlak.”
Ve nefsim konuştu hemen…
“Yok ya, ben ölmem herhalde hemen, en azından koskoca otuz yılım vardır, başıma melun bir hastalık ya da kaza gelmezse tabi eğer”
“Bak sen densize” dedi ses gecikmeden, yüreğimde patlayan sesine ilave ederek kahkahalarını;
“Koskoca kırk dört yıl geçti ama ömründen, farkında değil misin yoksa, beden giysinin artık yenilenmediğini, bilakis eskidiğini?”
“Ne istiyorsun peki benden ses? Ne yapmalıyım, bu amaçsız, fütursuzca konuşmalarındaki maksat nedir? Kimin buyruğu, lakırdısı veya sözlerisin sen?”
Öfkelenmiştim, hem de çok…
Tekrar kahkaha ile güldü, yüzüme şamar üstüne şamar atarcasına sıraladı şu sözlerini
“Bir elinde ölüm, diğerinde yaşam olan Âdemoğulları, siz hep aptaldınız, hep zavallı. Ölümü bitiş, yaşamı başlangıç sanırsınız bundan dolayı, yaşam dolu ölümlü bedenlerinizin çetelesini tutarsınız umarsızca. Yersiniz, içersiniz, dünyadaki nimetlerden dibine kadar faydalanırsınız, sırf dünya için yaratılmışsınız gibi sadece ona çalışırsınız. Sonra ölüm gelir çat kapı, götürür sonsuz olana, lakin kendi bedenlerinizi bile yanınıza almanıza izin vermeden yaka paça yapar bunu. E hani onca yaşanmışlığın, e hani uğrunda ömrünü tükettiklerin, e hani evlatların, anan, baban, kardeşinlerin? Giderken son bir bakış atarsın belki de bir misket kadar küçülmüş dünyaya, gidersin ahirine istemeden. Oysa dünyadan gitmek, ahirine varmaktır, gelmektir, ancak bu sefer ki gelişin gidişi yoktur.”
“Yeter artık sus, sus, sus, kim olduğunu söyle sadece ve sus!”
Ses, gitmeden az evvel dedi ki;
“Kim miyim Âdemoğlu, kim mi? Ben Hakikatin ta kendisiyim, ölüm kadar gerçek, yaşam kadar geçici, ölene kadar seninleyim hepsi bu…”