ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Gökyüzünün altında ÅŸüpheye yer bırakmayan yalnızca iki ÅŸey vardır – Åžarap ve Ölüm. Åžarabın hakikatine eriÅŸmek, ölümün hakikatine eriÅŸmeye nispetle çok daha zahmetsizdir: Agathon’un ya da Johannes’in ÅŸölenlerine icabet etmek, kesintisiz bir hakikat hissi için kâfi kabul edilir. Lâkin ölümün hakikatine eriÅŸebilmek için çok daha fazla zahmete girmeniz ve soru sormaya cesaret etmeniz gerekebilir. Söz gelimi Herakleitos’un “kurtuluÅŸ erdemi”yle eriÅŸtiÄŸi ölüm ile Pythagoras’ın “varlığını feda ettiÄŸi” ölüm aynı hakikatin sözcüleri midir? Ya da türlü iÅŸkencelerle, acılar içinde ölen Boethius ile evinin penceresinden dışarıya bakarken ve neredeyse “saÄŸ-sâlim” ölen Arthur Schopenhauer aynı hakikati paylaşıyor olabilirler mi? Hiç deÄŸilse, Virginia Woolf’ün bile-isteye kollarına atladığı ölüm ile Albert Camus’yü bir otomobilde yakalayan ölüm bir midir? Tüm bunlardan süzmek istediÄŸim asıl soru ise ÅŸudur: Ne kadar “ölüm hâtırası” var ise o kadar “hakikat” mi vardır; yoksa tek bir hakikat kendisini farklı biçimlerde mi göstermektedir?
En baÅŸtan baÅŸlamak gerekirse ölüm, tarih boyunca insan soyunda “korku”ya ve “ürperme”ye yol açmıştır. Her ne kadar Epikuros neredeyse yirmi üç asır evvel, ölüme iliÅŸkin bu korkunun temelsiz olduÄŸunu basit bir akıl yürütme ile ortaya koymuÅŸsa da (Bkz: “Ölüm ne yaÅŸayanı ne de ölüyü ilgilendirir: Ä°lki ölü deÄŸildir, ikincisi ise hiç yoktur” ve “Ben var oldukça ölüm yoktur, ölüm varsa ben var deÄŸilimdir”), ölüm korkusu bugün dahi gençliÄŸini korur. Yine de –teÅŸhis koymakta zorlanan ve “hasta”yı antidepresan yazmadan göndermeyi gururuna yediremeyen bir psikiyatrist deÄŸilseniz eÄŸer− Ölüm korkusundan tümüyle menfi bahsetmek bir hata olur: Zirâ insanın ölüm ile kurduÄŸu ilk dolaysız iliÅŸki, bu korku mucizesi ile gerçekleÅŸir. Bu korku ne kadar temelsiz olursa olsun, varlığı tetikte tutan duygulanımların başını çeker. Spinoza’nın Conatus’u [varlıkta kalma çabası] da bu korku ile motivedir. Demek ki ölüm hakkında eriÅŸebileceÄŸimiz ilk “ortak hakikat” de budur: Yani ona iliÅŸkin katıksız korkumuz…
Gel gelelim ölüm korkusu “kendi memesinden beslenen” bir duygulanımdır. Oysaki insan, baÅŸkasının ölümü yordamıyla da baÅŸka bir tanışıklık kurar ölümle. Bu tanışıklık, hem bir korkuyu çağırabilir (örneÄŸin bir yaşıtının ölmesiyle) hem de “eksilme” ya da “kırılma” hissini tattırabilir insana (−kritik bir kavram ile− “Babanın ölümü” örneÄŸinde olacağı gibi). Åžu hâlde ikincisi bizi daha fazla cezbeder: Yani “eksilme” ve “kırılma” duygusu… Jean-Paul Sartre ve Albert Camus’nün bir, Friedrich Nietzsche’nin beÅŸ, Gottfried Leibniz’in altı yaşında iken babalarını, Mary Shelley’in doÄŸumundan birkaç gün sonra annesini [Mary Wollstonecraft’ı], Bertrand Russell’ın iki yaşında iken annesini ve kardeÅŸini, onu izleyen yılda ise babasını yitirmeleri, belki klâsik bir örnek olarak Søren Kierkegaard’nun ise –ona göre “Tanrı’nın lâneti” ile− ilk gençliÄŸinden itibaren neredeyse ailesinin bütün fertlerini art arda kaybetmesi; baÅŸkasının ölümü yordamıyla, ölüm ile tanışıklığın tuhaflığını ortaya koyar nitelikte örneklerdir. BaÅŸkasının ölümü her zaman dramatik deÄŸildir lâkin her koÅŸulda bir kırılma ânıdır. Artık canlılığa tabi olmayan bir bedenin karşınızda belirmesi –insan o ân bunun bilincinde olsun ya da olmasın− epistemik bir çatlak yaratır. Bu epistemik çatlak ise, insanın yaÅŸamı boyunca ona eÅŸlik edecek ontolojik bir boÅŸluÄŸu besler ve semirtir.
Ve gelelim kendi ölüm hâtıramıza: Klâsik varoluÅŸçulukta insan “Ölüm imkânının içine fırlatılmış” bir varlıktır. Ölüm ile kendi varlığının bilincine eriÅŸen insanın önünde, onun hâtırasının oluÅŸmasına iliÅŸkin iki seçenek bulunur: Ä°nsan; ya içine fırlatıldığı uzlaşılmış absürtlük içinde devinmeye, eylemeye, kurulmaya devam ederek bir köÅŸede ölümün teÅŸrifini bekler ya da onu beklemekten vazgeçerek kendisi ona doÄŸru hızla ilerler. Ä°lki oldukça modern bir tekniktir; insan, kendi ölüm hâtırasının baÅŸkası tarafından kaleme alındığını donuk gözlerle seyreder; belediyenin kapatmayı unuttuÄŸu bir çukura düÅŸebilir, sürücüsü aceleci olan (muhtemelen sürekli izleyicisi olduÄŸu televizyon dizisine yetiÅŸmeye gayretlidir) bir otomobilin altında kalabilir, hınç dolu bir kalabalığın altında ezilebilir, “fıtratı gereÄŸi” bir maden göçüÄŸünde can verebilir ya da yine “fıtraten” bir tren kazasında canlılığını yitirebilir. HoÅŸ, bunların dışında, karaciÄŸeri iflas etmiÅŸ, kanser hücresi birçok organına sirayet etmiÅŸ, beynindeki tümör kötü huylu çıkmış ya da kalbi bir ÅŸeylerin yükü altında ezilmiÅŸ de olabilir. Ä°nsan, burada karar verici, seçici deÄŸildir; yalnızca koÅŸulların olagelmesini izler. Lâkin ölüm konusunda bir seçenek daha vardır: Ä°nsan, ölüm hâtırasını kendisi kurgulayabilme yeteneÄŸine sahiptir. KiÅŸi kendini Ouse’un ya da Seine’in göÄŸsüne bırakabilir, tek göz dairesinin penceresinden atlayabilir, yaÅŸamının son eylemini bir silahın tetiÄŸini çekmekte harcayabilir ya da boynuna geçirdiÄŸi bir iple kendi can çekiÅŸmesine tanıklık edebilir…
Ä°nsan, “Ölüm yönünde yaÅŸlanan bir varlık” olarak; ister ölüm hâtırasını yazgıya bıraksın, isterse bu konuda kendi istencini belirleyici kılsın ortak hakikat ÅŸudur: Ölen kimse, huzurlu bir yürekle ölebilmiÅŸ midir? Ne de olsa huzurlu bir yürekle ölemeyen her insan, herkesi biraz katil kılmaktadır. En baÅŸta sıraladığımız soruların cevabı da belki buradadır; ölüme iliÅŸkin farklı görünen, farklı duygularla motive olan birçok hâtıra, temelinde tek bir hakikati barındırır: Bir zamanlar canlı olan o bedenin ve canlılık gösteren, kıpır kıpır o yüreÄŸin, yaÅŸamın son anında çırpınması mıdır söz konusu olan yoksa huzurla teslim olması mı yaklaÅŸan ölüme? Bir zaman önce ÅŸöyle bir ölüm hâtırasına tanık oldum: Ellisinde var-yok bir kimse, akÅŸamın serin mi serin vaktinde, son sigarasını tüttürdükten biraz sonra evine/yatağına uzandı. Ellerini karnında birleÅŸtirdi, boÄŸazına bir ÅŸey takılmış gibiydi ve aynı sırada yüreÄŸi sıkışmaya baÅŸladı. Birazdan çırpındı, ölmek istemiyordu çünkü hiç de huzurlu deÄŸildi yüreÄŸi. Bir ÅŸeyler eksik kalacaktı sanki. Gözlerini bilinçsizce açtığında yaÅŸamda kalma çabasındaki bakışlarını sezdim. Bu son kez bakışıydı dünyaya, ama bilinçliydi ama bilinçsizdi. Neredeyse yarım saat içinde her ÅŸey olup bitmiÅŸti iÅŸte. Huzursuz bir yürek, oracıkta, ortalıkta kalmıştı. Artık atmıyor, çırpınmıyor, zorlamıyordu…