ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Batı medeniyeti insan hakları beyannamesi ile İNSAN’ı temel almıştır. Bugün geldiğimiz noktada Batı uygarlık değerlerini temsil eden devletler ile Müslüman devletlerdeki insan haklarını mukayese ettiğimiz zaman Müslümanlar mahcup olacaklardır.
Peki, Müslümanlar kendilerini neden bu duruma düşürdüler?
İnsan hakları kavramının hukuksal anlamda ortaya çıkışı 1215 yılında İngiliz kralının yetkilerinin sınırlandırılmasından hareketle “Magna Carta”dan başlatılmaktadır. Ancak Magna Carta halka kısıtlı bazı konularda hak ve özgürlükler verilmesinin yanında daha çok kralın sonsuz sayılabilecek yetkilerini sınırlamak amacı taşımaktadır.
Magna Carta’dan 583 sene önce 632 senesinde Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’nde; İnsanın can, mal ve namus saygınlığının korunması… Kadınların hakları… Kardeşlik ruhu… Suçun bireyselliği… Can, ırz, şeref, haysiyet, hürriyet ve mülkiyet hakkının her türlü saldırıdan korunmuş olması… Irkçılığın yasaklanması… Her hak sahibine hakkının verilmesi… Tüm insanların Âdem’in çocukları olarak eşit olduğu ve topraktan yaratıldığı, etnik ayrımcılığın yasak olduğu…gibi evrensel anlamda insan hakları ile ilgili oldukça geniş bir içeriğe sahiptir.
Hz. Muhammed’in Medine’deki Veda Hutbesi’ndeki ayrıntıların Magna Carta’yı her açıdan gölgede bıraktığı açıkça bilinmektedir. Hatta Veda Hutbesi’nde zikredilen temel kuralların birçoğu bugünün modern yaşamında bile hâlâ daha sağlanamamış temel ilkelerdir.
Bugün dünyada sığınılacak ülke arayan mültecilerin kendi ülkelerindeki olumsuzlukların kaynağı olarak gördükleri Batıya sığınmak için çareler araması düşünülmesi gereken bir konudur. Müslümanların kâfir olarak gördüğü diyarlara çocuklarını eğitim için göndermesi Batı medeniyetinin üstünlüğünün fikren kabul edildiğinin göstergesidir.
August Comte’un, “pozitivizm niçinlerle uğraşmaz ama nasılları iyi bilir” ilkesini benimseyen batının ulaştığı medeniyet aşaması inkâr edilemez bir gerçekliktir.
Batının bugünkü ilmî seviyeye çıkmasında Müslümanlardan öğrendiklerinin büyük payı vardır. Bu doğru. Ortaçağ İslâm bilim ve felsefesinin batıya geçmesiyle birlikte hem bilimde, hem felsefede batı, tam anlamıyla büyük bir sıçrayışa geçmiştir. Özellikle bilimin gelişmesi ve buna paralel olarak da sanayi ve teknolojinin gelişmesi toplumlarda önemli derecede sayılabilecek ekonomik ve sosyal dönüşümlere yol açmıştır. Bütün bunlarda doğru. Ancak Müslüman camianın bin yıl önceki atalarının bilime ve medeniyete yapmış oldukları katkıları anlatıp övünmesi mirasyedi bir yaklaşımdır. Evet, onlar çok önemli işler yaptı bu tartışılmaz bir gerçek, ancak bugünkü Müslümanlar kendilerinin neler yaptığını neden anlatmıyor? Bundan sonraki nesiller kimi anlatacak yine bin yıl öncekileri mi?
Eleştirmek kolay olandır. Batıyı kötü olarak tarif edenler kendilerinin çok iyi olduğunu mu düşünüyor?
İslam’ın ruhuna beşerin yüklediği mana Müslüman insanı realiteden uzaklaştırarak hayattan koparmıştır. Hâlbuki yaşam dinamiktir. Her geçen zamanın şartları değişiktir. Değişen zamana
İslam’ın ruhuna sarılarak uymak yerine mezhepleri din yerine koyarak geçmişe ait uygulamaları bugüne taşıma yarışına girişilmesi Müslümanlar için olumlu bir sonuç doğurmamıştır.
Din, İNSAN içindir. Allah’ın halifesi olarak yaratılan insan varlığını hor ve hakir bir duruma düşürmek, bunu da din ve dindarlık adına yapmaya kalkmak doğru olmasa gerekir.
Bir Müslüman İslâm’ın, akla, mantığa ve yaşama uygunsuzluk göstermeyeceğini bilir. Çünkü bütün bunları ve insanı yaratanın Allah olduğuna iman eder. "Biz Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" (En’am 38) ayeti ile işaret edilen husus bugün Müslümanların düştüğü durumun suçunun İSLAM’da değil İNSAN’da olduğunu göstermektedir. Kendi anladığını İslam budur diye karşı tarafa zorla dayatanlar, mezhep kurallarını dinin önüne geçirenler İslam’ın kötü anılmasına sebep olduğu gibi “din bizi geri bırakıyor” propagandası yapanlara da koz vermektedir.
İslam Peygamberinin asırlar öncesinden söylediği; “İlim Çin’de bile olsa gidip onu alınız” sözü Müslümanların uzun bir süre düsturu olmuştur. Ancak bu anlayıştan uzun bir zamandır uzak kalındığı da bir gerçektir. Bacon’un; “Egemen olmak için bilmek gerekir” şeklindeki önermesi Batının bu perspektife uygun olarak ilerlediğini göstermektedir.
Feodalite, Rönesans, Reformasyon, Aydınlanma, Kapitalizm, Sanayi Devrimi ile büyük bir ivme kazanan Batı uygarlığı kendisini artık Doğu olarak tarif ettiği kaynaktan ayırarak farklı görmeye başlamıştır.
Bu bakış açısı ile kendisi dışındaki yapıları evrensellikten kopuş olarak değerlendirmektedir. Hümanizma, insan hakları, hukuk vs. gibi unsurları kendi medeniyetine ait ürünler olarak gördüğünden dünyadaki diğer sistemleri kendi tarif ettiği anlayış üzerinden gerekirse hesap sorarak dönüştürmeye ve değiştirmeye çalışmaktadır. Değişime direnenleri ise medeniyet mahrumu olarak görmektedir.
Bu düşüncenin bir yansıması da Batının İslam dinine bakışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı İslâm’ı evrensellikten koparak dogmaların üzerine kurulmuş sapkın bir inanış olarak görmektedir. Kendisi gibi düşünmeyenin mutlaka kendisi gibi olması için değişmesi gerektiğini düşünür.
Batı kendini tarif ederken aydınlanmanın, modernliğin, demokrasi ve ifade özgürlüğünün dinin (gerçekte Katolik Kilisesinin kendi mahsulü olan dinin) vesayetinden kurtulmakla mümkün olduğunu gördüğü için, öteki olarak gördüğü İslam diyarlarından da aynı doğrultuda hareket etmesini beklemektedir.
Batının bu tezini doğrulamakta Müslümanlar da elinden geleni yapmakta geri durmamaktadır. Mezhep anlayışlarını dinin önüne geçirerek gün geçtikçe İslam’ın aydınlığından karanlıklara doğru yol alan İslam ülkeleri Ortaçağ’da ne kadar ileri olduklarını anlatarak kompleksli bir anlayışla daha ne kadar yürüyebileceklerini görmek zorundadırlar.