ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Ekimin haylaz soğuğu taşlarımın arasından yokluyor ayaklarıma dikilecek şişmanlığımı. Hayreddin diye bir adam, elleriyle okşuyor bedenimdeki her dikdörtgen parçasını. Kendinden emin, keskin gözleri zeka parıltısı içerisinde. Dokunduğu toprak, onunla havaya kalkıyor. Şiddetli Neretva akıntısı, onun ayaklarının dibinde uslu, şefkatli bir çocuk adeta. Koyuyor üst üste bedenimi şekillendirircesine. Beğenmiyorum, taşıyacak bir gövdem yok henüz bu denli kudreti üzerinde. Yapıyor, tekrar silkeliyorum eteklerimi. Bırakıyor Hayreddin vazgeçercesine. Her bir dikdörtgen panik havası eşliğinde, yan yana, kulak kulağa fısıldıyor birbirine. İnce bir uğultu, Bosna’nın köşede kalmış şehrinin, kıyı dağlarının üzerine doğru.
Aylar geçiyor… Hayreddin yok ortalıkta. O gözleri, bir kez daha görsem, ayağa kalkmak için bağışlayacağım bütün dermanımı. Nihayet, beyazların üzerine doğan güneşle dokunuyor ayak parmakları, zerrelerime. Koca tonluk kayalar tam çığıldaşacak oluyor, bir el hareketiyle susturuyorum. Hayreddin, tek bir sesiyle nidasını büyütüyor ortalıkta. Bacaklarımdan, omuzlarımın üzerine tek tek yerleştiriyorlar gövdemi. Kollarım, iki dar boğazın üzerine, boylu boyunca yaslanmış. Başımı da dik, gövdem üzerinde tutuyor Hayreddin. ‘Gerdanı suda boğulmasın!’ diyor. Gerdanım, onu okşayan ayakların altında, ince gibi diziliyor. Bitti, diyor Bosnalı komutan. Bitti… Hayreddin, zeki gözlerini de alıp dönüyor yurduna gerisin geri. Tam yalnız kalacağız, terk edildik korkusuyla titremeye başlıyoruz 456 parçamın her bir tanesiyle. Bir ses basamaklarımın üzerinde,
Ne kadar cesur bir adam olduğumu kanıtlayacağım size!
Güneş, tepede ısıtırken aralıklarımı, serin rüzgar saçlarımı dalgalandırırcasına eklemlerimde dolaşıyor. 30 metrelik gerdanımdan bırakıyor bedenini serin suyun içerisine. Parmak uçlarımda dolanan sarı saçlı, beyaz, uzun, ince kız, narin parmaklarını kapatıyor güzel yüzüne. İnce bir çığlık eşlik ediyor ahalinin bakışlarına. Kaşlarımı kaldırıp, merakla süzüyorum suyun içerisindeki hareketliliği. Delikanlı, çıkıyor sudan. Ortalıkta bir bayram havası. Herkes bağırıyor, alkışlıyor delikanlıyı. Gözler dönüyor, kızın yanındaki, saçı başı ağırmış ihtiyara doğru. Karışık saçlarını daha da karıştırıyor. En sonunda, ahaliden gelen uğultuya mecbur kalıyor.
İzin veriyorum, tamam, diyor.
Kız, ıslak delikanlının kemiklerini kırarcasına sarılıyor. Sonrasında, onun gibi niceleri geliyor atlamaya. Kimisininse elinden kızların babaları tutup getiriyor.
Atlamazsan, vermem kızımı!!
Her gelen mecbur. İki dar boğazın arasında teslimiyet içerisinde.
Şehirler, benim üzerimde kavuşuyor. Ayırt etmiyorum, dinlerini, dillerini, renklerini. Bir tarafıma dolan çan sesleri, diğer tarafımda okunan Sultan Selim Mescidi’nin ezanı. Büyüyor kıyımda oturan kalabalık. Evler çoğalıyor. Gelen geçen beni bir şeylere benzetme peşinde. ‘Taştan dondurulmuş hilal’ diyor Avrupa’dan gelenler, Evliya Çelebi bakarken aksımın güzelliğine Kavs-ı Kuzah diyor, Aşık Çelebi ise Kudret Kemeri diyor sırtımda parmak uçlarında hareket ederken.
Yıllar… Yıllar geçiyor nihayet. Hayreddin’in gözleri aklımdan çıkmıyor. Lakin nicesinin nice anısı yarenlik ediyor bağrımın yangısına. Sevdalara ağlaşıyor, gidenleri bekliyor, hüzünleri damlatıyoruz parmaklarımızdan. Üzerimde yürüyen onca insanoğlu ile birlikte kardeş oluyoruz adeta, iki şehrin dar boğazında.
Zaman geçiyor. Bizim sulhumuz daha dar geliyor, kötü kalpli insanoğluna. Birleşen herkesi ayırma niyetindeler. Daha önce görmediğim demir araçlarla yaklaşıyorlar bana doğru. Üzerimde tedirgin, koşturan ufacık ayaklar. Bir uğultu… Bir tane daha… Bir tane daha… Çığlıklarla birlikte söküyorlar bedenimin hatıralarını.
Şu yuvarlanan plakada Safiye ilk adımlarını atmıştı. Hemen yanındakinde, Alexandra Kamil’e sevdiğini fısıldamıştı, Kamil’in uzun, kepçe kulaklarına. Ne o inanmıştı ne de ben. Ama Alexandra kaçıp gelince kapısının önüne, beraber kalkıp, dans etmiştik kol kola mutluluğumuzu kucaklarcasına.
Anılarımın üzerine tizden uğultular dolmaya devam ediyor. Un ufak oldu omuzlarım, kollarım. Sığınan onca insan, uçuşuyor başımın üzerinde. Kanıyor gövdem. Birlikte kana bulanıyoruz tüm şehir.
Ses, toz diniyor ve gördüklerime inanamıyorum. Benimle birlikte, insanoğlunun kolları, bacakları suların içerisinde. Mavi, turkuaz renkli nehri, sarı taşlarımla birlikte kana bulanmış, iki dar boğazımız birbirinden ayrılmış. Düşman etmişler bizi birbirimize. Kanlarla birlikte sızıyor gözyaşlarımız, karışırcasına zerrelerimize.
Ta ki gün gelecek…
Bulacaklar suyun dibinden ağırlaşan bedenimin, ruhlar kaplayan parçalarını.
O zaman tekrar, doğrulacağım. Yenilenip dirilerek….
O zaman, kan kokan gözyaşlarım sığmayacak duvarlarıma. Parmaklarımın uçlarında, şefkatle kucaklayanlar teselli edecek hüznümü, kaybettiğim bütün dostlarımı…