Kayıp Eşya Kütüphanesi | Matthew Bright | BCA Times




  ÖNE ÇIKAN HABERLER

Kayıp Eşya Kütüphanesi | Matthew Bright
Eklenme Tarihi: 9 Haziran 2018, Cumartesi 19:20 - Son Güncelleme: 9 Haziran 2018 Cumartesi, 19:20
Font1 Font2 Font3 Font4



Kayıp Eşya Kütüphanesi | Matthew Bright
Tabiatta hiçbir şey yok olmaz. Ufak yaşlarda karaladığımız ve memnun olmadan atıverdiğimiz şiirler, şarkılar, öyküler, romanlar ve denemeler nereye gider?

Karşılığını bulamamış ergen aÅŸk ÅŸiirleriyle dolu ciltlerden tutun da, uzun zaman önce imha edilmiÅŸ ya da kaybolmuÅŸ meÅŸhur edebiyat eserlerine kadar, raflarını çatlaklardan düÅŸmüÅŸ kitapların doldurduÄŸu Kayıp EÅŸya Kütüphanesi’ne hoÅŸ geldiniz. Hepsi tarihten çekilmiÅŸ; Kütüphaneci koruyor, Toplayıcılar itinayla seçiyor, fareler kemiriyor. Asla okunmayacak ÅŸekilde dizililer. En azından gizemli çocuk Thomas, Kütüphane’ye gelene kadar.

 

 

Kütüphaneci, gözlerini bana çevirdi, önce bir tek parça kâğıdın arkasına baktı, sonra bir daha önüne baktı.

“Harika bir aday,” dedi.

Ve:

“Thomas Hardy. Ne kadar uygun bir isim. Ondan da bir ÅŸeyimiz var, biliyor musun? Kan bağınız yok sanırım?”

Ve:

“Demek ‘en sevilen dil anlatım ÅŸekli: edilgen anlatım’ ha.” Beni tepeden tırnaÄŸa süzdü, küçücük gözlerini kıstı ve kurumuÅŸ alt dudağını yaladı. “Harika.”

“Anlamadım, efendim,” dedim.

Kütüphaneci, dilini çıkardığı gibi aÅŸağı yukarı ÅŸöyle bir sallayıverdi. “Fevkalâde bir meraksızlık. Çocukların çoÄŸu buraya pis zarfları ve ÅŸimdiki zamanlarıyla ya da Allah korusun, ikinci tekil ÅŸahıslarıyla geliyorlar.” Sırtını kütlettiÄŸinde, tek bir hamleyle açılmış ciltli kitap misâli, çıt sesi duyuldu. “Pek uygunsuz. Öte yandan sen…”

Ve biraz düÅŸündükten sonra:

“Pekâlâ. Genç Thomas, iÅŸ senindir.”

“Tom,” dedim ve neden Kütüphane’de çalışmak istediÄŸimi sormadığı için rahatlayarak yutkundum. Önceden bir cevap hazırlamıştım ama iyi bir izlenim bırakacağından ÅŸüpheliydim. Sarımsı kaÅŸlarının gölgesinde kalan Kütüphanecinin gözleri keskin ve her ÅŸeyi biliyormuÅŸ gibiydi. Kurguyla gerçeÄŸi ayıklayıp, ÅŸüphe uyandıran üstünlük zarflarımın izinden söylemediÄŸim gerçekleri seçebilirdi.

“Gel benimle.” 2,5 metrelik katlanır yürütecini koltuktan çıkarıp açtı. Açılır kapanır bir deÄŸnek böceÄŸindendi. Beni ofisinden çıkardı, adımlarımızın yankılandığı uzun bir koridordan, iÅŸlemeli çifte kapıya götürdü. “Buradan,” dedi; “Kütüphane’nin ana salonuna gidilir. Her daim buraya en derin saygıyı göstermelisin. Daha yüce bir amaca hizmet ediyoruz. Uzun süre kalırsan öÄŸrenirsin.”

Beni kapılardan geçirdi. DiÄŸer taraftaysa kitaplıklar ufka kadar uzanıyordu.

Kütüphaneci, kulağıma yaklaÅŸtı. Buram buram sahaf ya da gardırobun dibinde çürümeye terk edilmiÅŸ çizgi romanlar gibi kokuyordu. “Tom, burayı nasıl betimlerdin?

Hâlâ sınanıyordum. Mülakat tam olarak bitmemiÅŸti. Muhtemelen asla bitmeyecekti.

Devasa kitaplıkların birinden diÄŸerine baktım: Kitap sırtlarının, derilerin, kâğıdın, ipin, dip dibe gömülmüÅŸ onca kitap leÅŸinin karanlığa doÄŸru uzandığı bir mezarlıktı; tıpkı kopuk cümlelerin verdiÄŸi his, dilin kayıtsızlığı, ortasında bırakılmış hece misâliydi.

“Etkileyici,” dedim.

“Etkileyici.” Kütüphaneci, kollarını, onu bekleyen salona doÄŸru açtı. “Hepsini anlatmak için beÅŸ hece mi kullandın?”

Bir süredir Roget’in 1911’ini ezberliyordum. “Büyük,” dedim.

Kıkırdadı. “Sonsuza kadar edebiyatla uÄŸraÅŸtıktan sonra iki heceli kelimeye düÅŸürmek yeÄŸdir. ‘Büyük,’ –kusursuz olacaksın bence.”

Hafifçe görünen büyü kitaplarının altından hırıltılı mırıltılar duyulabiliyordu. Ä°lkin, fare ciyaklaması sandım, insan sesleri olduÄŸunu sonradan anladım. Kelimelerin kendisiymiÅŸ. “Kerata! Titrek! Uyuz!” Ufak, hızlı ve gri ÅŸekiller önümüzden geçip, en yakındaki rafın yanından kayboldular.

Kütüphaneci, “Farelere aldırma,” dedi. “Çok rahatsız edici. Kitaplardan uzak tutmaya uÄŸraşıyorum ama düpedüz burayı istilâ etmiÅŸler. Bilhassa folyolara meraklılar. Üç beÅŸ kelime bellemeleri de olaÄŸan herhâlde. Gel gör ki rahatsız edici kelimeler.” Uzun iÅŸaret parmağını yaladı ve ceket düÄŸmesini, takım elbisesinin sayfasını çevirecekmiÅŸ gibi tuttu. “Hadi iÅŸ başına bayağı evlâdım benim.” Beni kitap dizisinin yanından geçirerek yığınların arasından götürdü. Bazı kitaplar deriyle kaplıydı, bazıları parlaktı, bazıları bakımsızlıktan dağılıyordu, bazıları zımbayla tutturulmuÅŸ ve bazıları hafif elektrik ışıltısı yayıyordu. Kıpır kıpır dolaÅŸan farelerin sesi, biz geçerken duyulabiliyordu: “Hayta! Sema!”

Kütüphaneci, “Voila!” dedi. “Dizin.”

Ormandaki durgun bir göl gibi; Kütüphane, yerini, her biri serbestçe ve desteksiz duran, yalnızca baÅŸ hizasındaki yuvarlak pencerelerinde iÅŸlemeler olan basit kapıların oluÅŸturduÄŸu dairenin bulunduÄŸu geniÅŸçe bir boÅŸluÄŸa bırakmıştı. Dar kitaplıklar da yanlarında durarak, kapılardan tekerin jant telleri olmuÅŸlardı.

“Dikkatle izle.” Kütüphaneci, jant teli kitaplıkta bekleyen ilk cildi çıkardı. Usulca dumanı tütüyordu; Kütüphaneci, dikkatlice fiskeleyerek kıvılcımları söndürdü. Kitabın kapaklarını inceledi. “Arthur Koestler’den Gün Ortasında Karanlık. Almanca biliyorsun, deÄŸil mi? Bunun gelmesini bekliyordum. SavaÅŸ Kayıpları baÅŸlığı altında kaydet.”

Ve:

Birbirine zor bela tutturulmuÅŸ kâğıtlardan oluÅŸmuÅŸ bir yığın. “Kâhin Iddo’nun Görüleri– büyüleyici. Ä°ncil Metinleri baÅŸlığında kaydet.”

Ve:

Bir top lazer baskı sayfa. “S. Berman’dan Elsiz Bir Çocukla Ä°lgili Ä°simsiz Roman (Tamamlanmamış). Yanılmıyorsam, özgüven krizi sırasında silinmiÅŸ, yarım bir roman; Özgüvensizlik bölümüne gidiyor.” Öksürdü. Yok, o gülmesiymiÅŸ. “Ben asla yanılmam.”

Ve:

Bir zımbası düÅŸmüÅŸ, eskimiÅŸ bir çalışma kitabı. “14’üne Üç Ay Kalmış Åžair Jeremiah Blenkinshop’ın Toplu Eserleri. PiÅŸman olsam da, böyle gelip geçici süprüntüleri de toplamak zorundayız. Gençlik Åžiirleri baÅŸlığında kaydet. Åžu an yaptığımız iÅŸi açıkça ifade edebiliyor muyum? Cildi al, kapağını incele, gerekli bölüme kaydet.”

Evet anlamında başımı salladım.

“Hiçbir koÅŸulda kitabı açmayacaksın. Anlaşıldı mı?”

Cevabı geciktirince gözlerini belerterek baktı. “Meraklı bir çocuk deÄŸilsin, deÄŸil mi?  Büyük bir iÅŸ baÅŸarmanı ya da taraf tutmanı istemiyorum. Kitaplar, okunmak için deÄŸildirler.”

“Liseye GiriÅŸ Sınavı’ndan beri tek bir kelime okumadım efendim.”

Gülümsedi. Titrememi bastırdım. DiÅŸleri delik deÅŸikti; asit, yıllanmış kâğıdı yakmış gibi.

Kütüphanecinin tam arkasındaki yuvarlak pencerede bir surat belirdi. GeniÅŸ, düz bir surattı, oyuncak bir bebeÄŸindi ya da bir korkuluÄŸun; gözlerini kapatan kalın dikiÅŸler bakışlarını iyice ortaya çıkarmıştı. Kapı, bu eciÅŸ bücüÅŸ mahlûku almak için açıldı. Kapının arkasındaysa, sünüp giden Kütüphane deÄŸil; onun yerine gecenin hâkimiyetinde bir bahçe vardı. Bir kitap yığını yanıyor ve insan karaltıları, açık kırmızı renkli bayrakların altından seyrediyordu. Bir borazan gürlemesiyle her bir ÅŸekil, saÄŸ elini kaldırarak selâm durdu.

Kütüphaneci, nasıl baktığımı fark etti. “M.S. 1943,” dedi donuk bir sesle. “Çok fazla kitap ilelebet kayboldu. Kara Veba’dan beri sayımız yetersiz kaldı.”

Oyuncak bebeÄŸimsi yaratık, kucak dolusu, dumanı üstünde kitapları kasaya indirdi, kapıya yönelmeden Kütüphaneci durdurdu. “Bu Toplayıcının adı,” deyip göÄŸsüne dikili isimliÄŸine yakından bakarak ekledi, “Gadzooks.”[1]

“Gözleri neden dikiÅŸle kapanmış?”

Kütüphaneci, kaÅŸlarını çattı. “Sadece bir mecaz.” Suratıma baktı. “Sembolik iÅŸte? Gerçek anlamda deÄŸil?” Ä°ç çekip elini omzuma doladı. “Gadzooks, bu Thomas Hardy. Edilgen anlatım kullanırmış. Kendisi yeni Dizincimiz.”

Gadzooks, başıyla selamladı.

Kütüphaneci, “Halatları göstereceÄŸine inancım tam,” dedi; “günün sonunda da odasına götürürsün.” Sıradaki kitabı raftan çekti. “Kötüye Kullanılmış Pornografi,” deyip elime bıraktı ve uzaklaÅŸtı.

Yani:

Ä°ncelemem için bırakılan kitapları kaydederek, sayamadığım saatler boyunca çalıştım. Kucak kucak kitap taşıyan, kapıları çarparak girip çıkan Toplayıcılardan daha fazla gördüm. Çerçevelerden göz ucuyla; güneÅŸin kavurduÄŸu Kudüs’ü, sular altındaki Ä°skoç topraklarını, bir ergenin iç çamaşır dolu yatak odasının zemini gibi farklı yerler gördüm. Her yer deÄŸiÅŸtiÄŸinde bile 1943 olduÄŸu yerde sayıyordu: Belli ki görülecek çok iÅŸ vardı orada. Gadzooks, kasvetli bir ÅŸekilde yanımda dolanıp bölümlerin yerini gösteriyordu: “Sansürlü Dini Yazılar? ÇeÅŸmenin yanına. Ä°ntihar? Solundan dördüncü. Sabit Disk Sıkıntısı? ReddedilmiÅŸ Ä°lk Romanlar’ın yanındaki merdivenden çık.” Kibar sesi, yaralı yüzünü geri plana atıyordu.

Seyahatlerim sırasında, fareleri gizlice izlediÄŸim oldu. Bir tanesi üzerime koÅŸtu ve suratıma unutulmuÅŸ bir kelime tükürdü –“Meziyetsiz! Gurultu!”– ve yığınların altında kaybolup gitti. Gadzooks gürleyip fareleri kovaladı. “Seni sevmiÅŸe benziyorlar,” dedi.

Ve sonra:

Gün bitti, Toplayıcılar son yüklerini de indirdi ve ortadan kayboldular. Takip etmem için iÅŸaret eden Gadzooks dışında hepsi. Takip ettim çünkü o zamanlar meraklı bir çocuktum ve beni, Kütüphane’nin derinliklerine götürmesine müsaade ettim. Reform KonuÅŸmaları bölümünün arkasında çökecekmiÅŸ gibi duran bir merdivene vardık. En tepedeki küçük oda, ilk yapıldığı gün gibiydi, azıcık eÅŸya vardı: Yapılmamış bir döÅŸek ve yazı tahtasından fazlası deÄŸildi.

Gadzooks, “Odan,” dedi.

TeÅŸekkür ettim ve gitmesini bekledim. O ise koridorda durdu ve devasa, yaralı elleriyle oynadı.

“Evet?” dedim.

“Bazı geceler… Acaba gelmek ister misin, ÅŸ-ÅŸeye… partiye?

Ve sonra:

Toplayıcılardan oluÅŸmuÅŸ bir üçlü, müstehcen el hareketleriyle birbirlerine, AÅŸkın EmeÄŸi Kazandı’dan beyitler düzerek eÄŸleniyorlardı.[2] BaÅŸka bir köÅŸede, bir grup Toplayıcı, Byron’ın günlükleri üzerine düÅŸünüyorlar ve sık sık aahh ve oohh sesleriyle duraksıyorlardı. BaÅŸka bir grup koltuklarında toplanmış; bardaklarına, küp ÅŸeker üzerinden absint dökerek[3], birbirlerine Rimbaud’nun Ruhani Avı’ndan satırlar okuyorlardı. “YavaÅŸkonuÅŸ’a hoÅŸ geldiniz[4].” Gadzooks neÅŸeyle yürüyordu. Beni bara götürdü ve yolda gördüÄŸümüz –o anda esas sahiplerini çıkaramadığım bir dizi isimle: Tango, Philtrum, Esperanza, PuÅŸkin– kimselerle tanıştırdı. “Bu Tom, yeni Dizinci,” dedi ve hepsi ilgiyle elimi sıkıp tanışma niyetiyle beyitler okudular.

“Viski,” dedi bara doÄŸru. “Viski içersin ya?”

Cesur buldum kendimi. “Tabiî içerim.” Elime bir bardak sıkıştırdılar.

Benden baÅŸka, bar taburesinin üzerinde oturmuÅŸ uzun, gümüÅŸî saçları yüzünden benden yaÅŸça büyük görünen bir çocuk daha vardı. Zarif bir keman tınısı çaldı. “Sessiz Kanyon’un karşısındaki Müzik Kütüphanesi’nden.” Gadzooks, beni bakarken yakaladı ve muhtemelen suratımdaki ifadeyi yanlış anladı. “Kütüphaneci bakmadığı zaman sıvışıyorlar. Çaldığı o tını, Mozart ve Salieri’nin Per la Ricuperata Salute di Ophelia’sıEn deÄŸerli parçalarından biri.” Ama kayıp müzik salonlarından gelmiÅŸ çocuÄŸu düÅŸünmüyordum; onun yerine, çok daha sıradan ve sıkıcı bir yerden olan ama parmakları, tellerde daha yavaÅŸ olmayan bir çocuÄŸu hatırlıyordum.

Ama o artık çok uzaklardaydı; ben ise burada, Kütüphane’deydim ve ödediÄŸim bedel buydu.

Bardağımı ikinci kez doldurdular, sonra üçüncü kez ve ben de neÅŸeyle kabul ettim.

Kapı gürültüyle açılıverdi ve iki Toplayıcı, eskimiÅŸ battaniyeyle örtünmüÅŸ bir adamı koltuk altlarından taşıyarak içeri girdi. Kapı arkalarından kapandı, adam örtüsünü fırlatıp kollarını açtı: NeÅŸeyle karşılanmıştı. Ä°lk bakışta fazla zayıf göründü, sanki bir hastalık onu tüketmiÅŸ gibi, bir çocuÄŸun baca temizlediÄŸi oyuncak kukla gibi ama özgüveninin verdiÄŸi cazibe, dış görünüÅŸünü geri plana atıyordu. “Hanımlar ve kibar ÅŸeyler, buradayım! Bu kadar hüzünlü ÅŸarkı yeter de artmaz mı, ne dersiniz?”

Müzisyen gitara geçti ve David Bowie’nin Jean Genie’sini kendince yorumladı ama sözler, Tom’un anımsadığı gibi deÄŸildi; buradaki her ÅŸey gibi, kayıp versiyonu olmalı, diye düÅŸündü. Åžarkı, partide gözle görülür deÄŸiÅŸikliÄŸe sebep olmuÅŸa benziyordu: güzel, gümüÅŸî dikiÅŸli bir Toplayıcı, adamın yanına çıkıp dudaklarını oynattı; barmen, kokteyl ÅŸiÅŸeleriyle akrobatik hareketler yapmaya ve müÅŸteriler, yeni gelen enerjiyle dans pistinde tur atmaya baÅŸladılar.

Yeni gelen adam yavaÅŸ yavaÅŸ bara yürürken, “Böyle daha iyi,” dedi. “Ah, sana da merhaba! Gadzooks, bu yakışıklı arkadaÅŸ da kim ola ki?”

Gadzooks, “Tom, yeni Dizincimiz,” dedi.

Beni kastettiÄŸini bildiÄŸim hâlde ÅŸaşırmış gibi yaptım.

“Yazık! Kimse Dizincilik kadar alçalmamalı, ışıklar hep yanıktır ama evde asla kimse olmaz.” Adam, bardan bir bardak kapıp, burnuma dokundu. “Tatlı olabilirsin ama… zekânı tartmak için baÅŸ baÅŸa, romantik bir buluÅŸma lâzım. Ağızdan çıkan da giren kadar hayatî ehemmiyettedir.” Uzunca bana baktıktan sonra particilerin kalabalığına karışmaya gitti.

“Kim o?”

Gadzooks sanki eline tükürmüÅŸüm gibi baktı. “Jean Genet. Çiçeklerin Meryem Anası’nın ilk nüshasını bulduk. Kütüphanecinin haberi bile yok.”

Genet, odanın ortasındaki kitap çantasının üstüne oturdu ve teatral bir tavır takınıp, elindeki sayfaları karıştırdı. “Okuyayım mı?” diye seslendi elindeki bardakları ÅŸerefine kaldıran keyifli kalabalığa. “Pekâlâ, pekâlâ. ‘Açarak aÄŸzımı geniÅŸçe ve baÅŸlayarak kafamdan, yutmak istedim kendimi…’[5] En sevdiÄŸim parçalardan birisi! Kelimesi kelimesine hatırladım!”

Gadzooks, bir bardak uzattı. “Üzerinde durduÄŸu, Hemingway’in çantası,” dedi büyük bir önemle.[6]

Hayranlık göstermediÄŸimde iç çekip gitti.

Uzun süre yalnız durmadım.

Genet, gömleÄŸimin yeninden tuttu. “Ä°lginçtir, gece ilerledikçe, zekâ emaresi göstermemeni görmezden gelmem kolaylaşıyor. Hayvanlar kendilerini tekrara düÅŸerler, düÅŸünemezler.”

Bardağımdan bir yudum aldım ve aramıza barikat olması için öylece tuttum. Erkeklerle beraber olmuÅŸtum. Tercihim buydu. Ama Genet ile asla olmaz.

Barmenden, iki adet konik bardak isteyip; her birinin üzerine delikli kaşık, onların da üzerine küp ÅŸeker koydu. Belli belirsiz varlığının aksine, hareketleri epey zarif; parmakları uzun ve hızlıydı. Hazırlıklarındaki deneyimli yapısını rahatlatıcı buldum.

Absint, ÅŸekere döküldü, ÅŸeker eridi ve bardağın dibine çökeldi. Genet kendi kolunu benimkinden geçirerek aÄŸzına ulaÅŸtırdı. Derin bir yudum almadan önce, “Bereket versin ki Rimbaud deÄŸilsin,” dedi. Hafifçe içip öksürdüm. Yanağımdan öpmeden önce sıcak nefesini üzerinde gezdirdi. Bir kez daha içti, bu sefer karar vermiÅŸtim ve gıdım gıdım içerek ona yetiÅŸtim. Karnımda zümrüt bir alev yaktı.

Bir neÅŸeli bağırış dalgası vardı YavaÅŸkonuÅŸ’ta. Genet, biraz dolanıp bardağını çöpe attı. “O da ne? Gece gezmesine mi çıkmamı istiyorsun?”

Taburemde kımıldadım. “Gece gezmesi nedir?” Bu, tüm gün boyunca kurduÄŸum en uzun cümle miydi? Harika hissettirdi.

“Bekleyen derviÅŸ…” dedi Genet. Odanın karşısında, Gadzooks’un bakışını yakaladım. Başını saÄŸa sola salladı, ben de hayal kırıklığı mı yoksa uyarı anlamına mı geldiÄŸini merak ettim. Neyse; Genet kolumdan tutup çekti. “Bu duyduÄŸum… Walter Raleigh’den Cynthia’ya Uzanan Okyanus mu? BaÅŸka önerisi olan?”

Odanın her yerinden bağırışlar geldi.

Åžeytan OsuruÄŸu Romansı!”, “Zengin Eden KeÅŸif!”, “George Stavros Ä°çin Vakit Tamam!”, “Fakir OÄŸlan ve Leydi!

Genet, tadı bozuk midye yemiÅŸ gibi suratını ekÅŸitti. “Sıkıcı!”

“Plath’ten Çifte Darbe!”

Genet sırıttı. “Muazzam. Gel benimle yakışıklı Bay Zekâcığım.”

Ve sonra:

Tepedeki gaz lambaları sönmüÅŸtü ama ay ışığına çok benzer bir parıltı, raflardaki en eski kitapların dikiÅŸlerinden gümüÅŸî iskeletler gibi yansıyordu.

Genet, önümde kaptırmış gidiyordu. Kısmen bir ÅŸarkı patlatmasını, kısmen de patlatmamasını umdum.

Dizin’in pencerede hâlâ yanan alevi altında, kaldırım taşının karşısında sahipsiz bir nokta buldu. Genet, yetiÅŸmemi beklerken durdu ve pencereden baktı. “1943,” dedi. “Bir cehennemden diÄŸerine kaçtım.”

Topukları üzerinde döndü. “Bu kapıdan geçtikten sonra, birkaç sokak ilerideki hanın üst katında bir oda var. Ve o odada, sen düzüÅŸürken yayları ÅŸakıyan bir yatak var. Duymak ister misin?”

Hızlıca bir fare geçti. Sıçradım, ürkmüÅŸtüm ki bunu bakir endiÅŸesi sandı.

Genet güldü. “SakinleÅŸ. Plath’e kadar uzun bir yolumuz var daha.” Kapı dairesinden uzaklaÅŸtırdı beni. GörünüÅŸe göre ses çıkarmadan yürüme yeteneÄŸi vardı, bende yoktu. Her adımım kitaplıklardan sekerek bana döndü. Geride kaldım. Genet, arkasında toz spiralleri bırakarak kaybolmuÅŸtu ve tek başıma kalmıştım.

Ä°ntihar bölümündeki kitaplara bakıyordur diye düÅŸünmüÅŸtüm ama bölüme vardığımda kimse yoktu. Buradaki raflar, alfabetik sırayla dizilmek yerine ölüm ÅŸekline göre dizilmiÅŸti. ÇoÄŸu eser tamamlanmamıştı. Parmağımı rafların üzerinde dolaÅŸtırdım; gaz ocağından iple asmaya ve nihayet jilete geldim. Kitap sırtlarını okumak için kafamı evirip çevirdim.

Ve işte oradaydı:

Bütün Hikâyelerimiz. Barnabus Hardy. Tek bir ince cilt, Kütüphane’nin enginliÄŸinde önemsiz göründü. Dikkatlice raftan çektim ve parmaklarımı sade kapağında gezdirdim. Ä°sim elime geldi, tüylerim diken diken oldu. Kitabı elimde tutmak, bugünkü numaralarıma deÄŸdi.

Ä°nce bir ses, kulağımın dibinde konuÅŸtu. “Panik.”

Neredeyse bayılıyordum.

Ä°ÄŸne ve iplik tutmuÅŸ elleriyle tavandan sarkarak gözlerimi dikmek isteyen Kütüphaneciyi hayâl ettim.

Bir fare dördüncü rafa oturdu ve burnunu yaladı. “AÅŸ.”

“Alâmetifârika” demeden önce etrafıma bakındım. Bütün gün içimde biriken ve söyleyemediÄŸim birden fazla heceli kelimelerin güzelliÄŸi dilime vurdu. Uzun bir tane daha ekledim. “ÇekoslovakyalılaÅŸtıramadıklarımızdanmışsınız.”

Durdu ve başını dikti. Parlak siyah gözlerle bana baktı. “Tek yönlü kâğıt.”

Bir saniye düÅŸündüm. “Klâsik.”

Burnu ve uzun bıyıklarını kaşıdı ve kuyruğunu hışımla geriye savurarak gidiverdi.

Tok ses çıkararak düÅŸen bir kitabı devirdi.

“Bak sen yakışıklı Kütüphanecime, bu ne sürpriz.” Genet, kaygısızca Pompalı Tüfek bölümüne dayanmış beni izliyordu. Tek adımla bana yaklaÅŸtı. Ay ışığı altında sıska, kemikli yüzü neredeyse yakışıklı bile sayılabilirdi. “Böyle etkileyici,” uzanıp kasıklarımı avuçladı; “kelime daÄŸarcığı,” sıktı ve soluÄŸumu kesti (iÅŸin aslı, hem adamın fena hareketinden hem de keÅŸfimden dolayı “sertleÅŸmiÅŸtim”); “kovulmana sebep olabilir.”

Geri adım attım ve beni bıraktı. EskimiÅŸ ayakkabısıyla düÅŸen kitabı dürtükledi. Çifte Darbe. “Tabiî ya,” dedim. “Hadi gidelim.”

“Cık cık,” dedi. “DoÄŸru söyle.”

Ä°ç çektim. “Yaramazlığımız malum kiÅŸi tarafından öÄŸrenilmeden evvel YavaÅŸkonuÅŸ’a dönsek daha iyi.” Ä°çimde bir yerde bir kapı açıldı.

* * *

Kütüphaneci, ikinci iÅŸ günümde beni akÅŸamdan kalma ve Toplayıcıların dizine kaydetmem için getirdiÄŸi her kitapta kısa kısa inlerken buldu.

“Genç adamımız nasıl?” dedi elindeki kâğıt çerçeveyi katlarken.

Arkasında Gadzooks bir ÅŸey geveledi. Geçen gece, Genet ile ben YavaÅŸkonuÅŸ’a üstümüz başımız dağınık ve kan ter içinde bir hâlde daldığımızdan beri gerekmedikçe yüzüme bakmadı.

Tek heceyi dikkatle söyleyerek, “Ä°yi,” dedim.

Elindeki sayfaları temizlerken, “Fevkalâde, fevkalâde,” dedi. “Dizin, göze hoÅŸ gelecek biçimde düzenli sayılır. Ä°yi iÅŸ, iyi iÅŸ.” KonuÅŸmasının yarısında durdu, burnunu kırıştırdı. “Hmmm.”

Ve:

Hmmmmm.”

Puslanmış gözlerimi ovuÅŸturdum. “Sorun ne?”

Gadzooks başını baÅŸka yöne çevirdi.

Kütüphaneci, göÄŸsünü akordiyon gibi ÅŸiÅŸirerek derin bir nefes aldı. “Yerinde olmayan bir ÅŸey kokuyor,” dedi. “Hayır. Bir ÅŸey… eksik kokuyor.”

Omuzlarının arkasına, pembe sırtlı Çifte Darbe’nin bulunduÄŸu rafa bakmayı göze aldım.

Kütüphaneci bir daha kokladı. “Pek muÄŸlak.” Uzun trençkotunu yerde sürükleyerek, ki yeri temizlemesi gerekirken iyice toza bulayarak, ayrıldı.

* * *

Tüm gün endiÅŸelendim. Kayıp kitapları düzenlerken ayağım birkaç defa soÄŸuk merdivenlerden kaydı. Fareler metinlerin arkasında, eski dilleri ve yabacı kelimeleri yalayıp yutuyorlardı. Gadzooks dibimde çalışıyordu ama hâlâ konuÅŸmaktan kaçınıyordu.

O gece beni YavaÅŸkonuÅŸ’a davet etmedi. Kafama takmadım çünkü zamanımı geçirecek baÅŸka uÄŸraÅŸlarım vardı. Genet, tekrar 1943’e kaçırılmadan önce, Çiçeklerin Meryem Anası’nın bir nüshasını elime tutuÅŸturdu, yatakta okumak için iyi olabileceÄŸini söyledi ve edepsizce göz kırparak gitti. (Daha sonra düÅŸününce, söyledikleri aynı anlama gelmiyordu ama tam olarak ÅŸöyleydi: “Al bunu da beni yataktayken hayâl et.”)

Böylece bir hafta falan geçti. Kütüphaneci beklenmedik bir anda, habersizce geldi ve havayı koklayarak kaybolmadan önce bana yorucu iÅŸler bırakarak gitti: Ergen Günlükleri bölümünde birbiri ardına kutulara tıkıştırılmış yedi ciltlik epik fantazya serilerini Åžüphe’ye kaydetmek ve Pantos/Farklı Baskılar/Peter Pan’in karmaşık düzenlemesini yapmak.

Gadzooks’un farelerin benden hoÅŸlanmalarıyla ilgili söylediÄŸi doÄŸruydu: Hangi rafa elimi atsam ardından çıkıyorlardı. “Tek yönlü yazı!” dedi malum fare. Gece kaçışında karşılıklı kelimeler söylediÄŸim fare olduÄŸuna emindim artık. “Bunu söylemiÅŸtin zaten,” deyip kovaladım.

Ertesi gün Kütüphaneciyi meÅŸhur çantanın bulunduÄŸu yerin etrafını koklarken ve uzun parmaklarıyla Hemingway’in çantasına vururken gördüm; Kütüphane’nin, yazarların artıklarını, pencerelere yaslanarak izleyen, hâlâ görmediÄŸim diÄŸer çalışanları olmalıydı. Ä°yi ki her zaman olduÄŸunun aksine, Genet’nin el yazmaları saklı deÄŸildi –yani en azından bu gecelik– Kütüphaneci, öyle tatlı kokan düzyazının varlığının kokusunu alabilirdi.

Ama tüm o tuhaf hareketlerine raÄŸmen Kütüphaneci, bendeki libido veya zekâdan ÅŸüphelenmedi.

Gadzooks sonunda yumuÅŸadı ve odamın kapısında tekrar belirdi. “Åžeye gelmek ister misin… ÅŸeye iÅŸte..?”

YavaÅŸkonuÅŸ’ta Genet, çantanın tepesinde, kalabalığı eÄŸlendiriyordu (Hemingway’in eÅŸyalarına böyle saygısızca davranmasını gerektirecek ne yaptığını nihayet sordum: Yalnızca “Adam sadece balık yazınıyla meÅŸhur. Balina yerine bir balık…” dedi.). Genet, bağırarak selamladı beni. “Bay Zekâ! Sanırım yanında kitabım yok? Yıllar öncesinde yazdığımı hatırlayamayacak kadar içtim. Adımı hatırlayabiliyor muyum, orası bile ÅŸüpheli.”

Tek ayağı üzerinde dönüp düÅŸtü. Kıkırdadı. “Sanırım bu gece, Genet’yi rafta bırakacak ve Jean olacağım.”

Bara kadar gitmesine yardım ettim. Ä°ki bardak ayarladım, üzerlerine kaşıkları, onların da üzerlerine ÅŸeker koydum. Ben absinti dökerken Genet ellerimi izledi.

“Neden onu burada bırakıyorsun?” dedim.

“Onu mu? Zamirler en yetersiz kelimelerdir. Zarfların bile bir duruÅŸları var.”

Ona doÄŸru eÄŸildim. ÖpeceÄŸimi sandı ve son anda kendimi çekerken dudaklarım kulağına deÄŸdi. “Kitabını,” diye fısıldadım ve Genet’nin bana yaslandığını hissettim; ne de olsa bir yazarı baÅŸka hangi sözler yoldan çıkarabilirdi ki? “Seni gizlice içeri sokabiliyor ve aynı ÅŸekilde dışarı çıkarabiliyorlar; onu da yanında götüremez misin?”

Genet, yüzümü avuçlarına aldı ve bir müddet göz kırptı. “Ä°lk müsvedde, mastürbasyon yaparken okumalık bir ÅŸey. BaÅŸka bir kayıp daha, o buraya ait. Basılmış olanı daha üstün.” Tek kaşını kaldırdı. “En azından Toplayıcılar öyle söylüyor. Åžimdilik… ÅŸey kadar sattım.” Beni bırakıp parmaklarıyla saymaya baÅŸladı ama yarısında unuttu. “Yani çok deÄŸil ama bana bir gün çok—”

Öptüm. DiÅŸlerimiz tokuÅŸtu ve minnettar ayrıldılar. Daha ÅŸekerli absintimizi bile içmemiÅŸtik ama aÄŸzının tadı öyle hoÅŸ gelmiÅŸti ki, birinin pantolonumun paçalarını çekiÅŸtirdiÄŸini fark etmemiÅŸtim.

Hayır, biri deÄŸildi. Yükselen ses dalgası bilindik gevezelikleri bastırdı. Müzisyenin ÅŸarkısındaki ritim bozuldu ve toplanmış hâldeki sefacılar paniÄŸe kapıldılar. Ayağımdaki fare, paçamdan dizime sıçramış, ÅŸimdi de kumaşı delip deriye varmaya çalışıyordu. “Tek yönlü kâğıt. Tek yönlü kâğıt!” ve zeminin altında ve üstündeki paniklemiÅŸ farelerin gürültüleri kapıda bir kreÅŸendo yükseltti.

Genet küfretti. “Kütüphaneci!” diye bağırdım.

Ve:

“KoÅŸ!”

Ve:

Fırladık ve koÅŸarken Genet’nin gülüÅŸüne gülmemek epey zordu. Ben onu Dizin’e doÄŸru, o beni merdivenlere doÄŸru çekti; ikimiz de birbirimizin kolunu dans ediyormuÅŸçasına çektik. Nihayetinde yatağımda bir gece daha geçirmesine izin verdim. Kapıyı da öyle bir sıkı kapadım ki, korkudan içeri giren fareyi eziveriyordum, sonra da zavallı hayvanı yazı masamda misafir ettim.

Genet döÅŸeÄŸe kendini attığında, “Ah!” dedi. “Nasıl uyuyabiliyorsun? Ne var bunun içinde? At kılı mı?” Dudaklarımı ıslattı. “Hiç at yedin mi?” El yordamıyla bana dokundu. “Mutlaka tadılması gereken bir lezzet.”

Asıl tadılması gereken lezzet yazarlardı.

* * *

Bize verdikleri tatlıları ufak ufak yedim. Bir tane de Gadzooks için cebe indirdim.

Gadzooks aÄŸzındakileri çiÄŸnerken, “Önceki Dizinci bana yemeklerini verirdi,” dedi. “YavaÅŸkonuÅŸ’a hiç gelmedi. Odasında kendisini harcayıp gitti.”

“Kitaplara mı kaptırdı kendini?” dedim.

“A, hayır. Okumaya cüret etmedi. Bence o yüzden hiçliÄŸe karıştı. AÄŸzını her açtığında kafasındaki kelimeleri yitirdi.” Gadzooks yamuk kafatasına vurdu. “Kelimelerin yerine bir ÅŸey, bir duygu bile olsa, koymadın mı bitersin.”

Kafamın içinde çok fazla kelime vardı, ama kelime daÄŸarcığımı yitirirsem, yerine koymak için yeteri kadar duygu var mı emin deÄŸildim.

Bir fare Dizin’in ortasına fırladı.

“Tek yönlü kâğıt.”

Ve sonra:

Kütüphaneci, “Thomas Hardy,” dedi. Parmakları yanağımda ve boynumda dolaÅŸtılar, hayâl ettiÄŸim kuruluktan eser yoktu; hatta keskinlerdi, sanki tenimde kâğıt kesikleri bırakabilirmiÅŸ gibiydiler. “Pek ilginç. Öylesine kusursuz bir özgeçmiÅŸ ÅŸüphelenmeme yetmeliydi. Zeki çocuk. Edilgen anlatımına kandım. Referanslarını kontrol etmeliydim.”

Fareler yavaÅŸça, neredeyse özür dilercesine, yığınlarının gerisine çekildiler. Ä°ç çektim.

“Aynen öyle,” dedim. “Dikkati elden bırakmamalıydın. Aklıselim, saÄŸduyulu, hatta izanlı olmalıydın.” Kütüphaneci, ÅŸaÅŸkınlıkla karışık bir korkuyla geriledi.

Gadzooks kitaplıkların arasında kaybolmayı denedi. Kütüphaneci, “Yo, yo, yo,” dedi. Çarpık parmağını Gadzooks’a yaklaÅŸtırdı. “Ä°yi deneme, maalesef buna izin veremem.”

Kütüphaneci tek eliyle yüzümü kapattı. BoÄŸacağından korktum. Burnumdaki derisi mürekkep kokuyordu, aÄŸzımın üzerindeki cılız avucundaki tutkal tadından boÄŸuluyordum.

Sonra Gadzooks’un çığlık attığını duydum.

Kütüphaneci beni bıraktı. Toplayıcı dostumdan geriye kalan; bir çuval ve birkaç eskimiÅŸ oyuncaktı. Göbek kordonundan yapılmış ipiyle bir yo-yonun dönüÅŸü durdu.

Kütüphaneci, “Bunu cinayet olarak düÅŸünme,” dedi. “Cinayetin mecazı olarak düÅŸün.”

Yutkundum.

“YaÅŸlı burnum beni uyardı. Eksik bir ÅŸey vardı. Senden önceki çocuklar, Belgesiz Yolculuk veya Yasadışı Pornografi bölümlerine gizlice girdiler. Ama sen gittin oraya girdin.” Kapıyı gösterdi. Ne onun ne de benim malum bölümün adını söylemesine lüzum yoktu.

“Seninle ne yapacağım ben?” Ceketinin cebinden yüreÄŸimi daÄŸlayan bir kitap çıkardı. “Dahası, bununla ne yapacağım, döÅŸeÄŸinde buldum.” Kitabın sırtına baktı. “Barnabus Hardy’den Bütün Hikâyelerimiz. Baba mı? Dede mi? KardeÅŸ mi?” Bir bakış attı. “Sevgili mi?”

“Babam.”

Kütüphaneci, “Yazık,” dedi. “Yaşın çok küçük olmalı. Cadılar Bayramı ÅŸekerlerindeki jiletlerle ilgili uyarıldığın yaÅŸlar olmalı, küvetteki jiletler deÄŸil.”

Dondum kaldım.

“Geride bir not yok. Sadece bu el yazması. Yazın dünyası yasını tutmuÅŸ muydu?”

“Sus.”

Kütüphaneci, kitabı, elbiselerini havalandıracak kadar sertçe kapattı. “Söylesene genç Hardy, ‘ıskartaya çıkarmak’ deyimini duymuÅŸ olma ihtimâlin var mı? Ne yazık ki artık yaygın olarak kullanılmıyor.” En yakın gaz lambasının kapağını açtı. Yapmaması, durması için bağırdım ama babamdan kalan tek kitabın köÅŸesini tutuÅŸturmaya devam etti.

Alev ilerlerken kıvrılmış sayfaları külün içine bıraktı.

“Kayıp bir kitabın ne olduÄŸunu anlaman için kıymetli bir ders,” dedi.

Kütüphaneci, serbest kalmaya çalıştığımı düÅŸünerek eliyle beni geri itti. Serbest kalsam ne yapacağımı bilmiyordum. Söndürme ve kalan parçaları kurtarma umuduyla kendimi alevlerin üzerine mi atardım? Ama beyhude olurdu: Åžiirin yanması uzun sürmez. Satırlar hayli yanıcıdır çünkü onlar birinin hayal gücünün kıymetli yakıtıdırlar.

“Bunu yazılı bir uyarı varsay; gerçi artık kaydedilemez ama neyse, ben gerçekçi bir adamım. Büyük Hardy’nin ruhu küle döndüÄŸünden muhtemelen asla bir kitabı açmak istemeyeceksin.” Kütüphaneci kravatını düzeltti. “Bugün izinlisin. Seni, yarın sabah Dizin’de görürsem kararının bizimle kalmak olduÄŸunu anlarım… maaşındaki düÅŸüÅŸ ile.”

Bakışlarım, Kütüphaneciyi giderken arkasından yakamayacak kadar ıslaktı galiba.

YavaÅŸça odama yürüdüm. Kütüphanecinin arayışında yatağım ve masam parçalanmıştı. Yere oturdum ve ellerimi dizlerime doladım.

Bir ÅŸey sırtımdan kulağıma tırmandı. “Duygusallık.”

Ä°ki parmağımla fareyi fiskeledim. Ciyaklayıp kulak mememi hafifçe ısırdı. Yere sıçradı ve kapıya doÄŸru kaçtı, durup kafasını çevirerek bana baktı ve ciyakladı. “Faydalı.”

Kütüphane’nin dolambaçlarında onu takip ettim. GeçtiÄŸimiz yerdeki ışıklar zayıftı. Her yeri dolaÅŸmamıştım. Bazı konular bana yabancıydı. Yolun sonuna doÄŸru, boÅŸ rafa yaslanmış bir tanıdığımı gördüm. Fare kaçtı ve Genet dikkatle bana baktı.

“Bazen geri dönmem,” dedi, utanmış görünüyordu. Kafasını yasladığı kitabı uzattı. Benjamin Franklin’den Yeni Alfabe Planı ve DüzenlenmiÅŸ Telaffuz Biçimi. “FahiÅŸelere ne kadar da düÅŸkündü. Bir keresinde YavaÅŸkonuÅŸ’a getirmiÅŸtim de, tüm istediÄŸi bir çocuÄŸun gözlüklerini çalarak antik Lesbos’a giden kapıyı bulmaktı.”[7]

Genet esnedi, kısmen esnemek kısmen de yalandan bana sarılmak içindi. “Bitik Grafem ile mahvolan yazar sayısı bir avucu geçmez o yüzden burası güvenli.” Yüzüme, yanaklarıma dokundu. “Oov, görüyorum ki yakın zamanda, kötü yöneticimizle korkunç bir karşılaÅŸman olmuÅŸ.”

Babamdan ve ÅŸiirinden bahsettim. Cansız bedenini bulduklarında okulda olduÄŸumdan, uzak akrabalarımın beni, aileye karşı parçası olmak istemedikleri bir borç gibi görerek suratıma bakmamalarından bahsedeli yıllar olmuÅŸtu. Kütüphane’yi bulana kadar babamdan tek kalan soyadımdı.

“Yasını hâlâ tutuyor olmalısın.”

Omuz silktim. “O defteri çoktan kapattım.”

“Haa, anlıyorum. O zaman, kitabın yasını tutuyor olmalısın.”

“Ona benzer bir ÅŸey iÅŸte.”

Genet elini omzuma atıp, “Bu gece YavaÅŸkonuÅŸ’ta hem bu adama hem de kitabına kadeh kaldırmalıyız.”

Yanağımı parmaklarına yasladım. “Aslında baÅŸka bir ÅŸey vardı aklımda. Senin için de sorun olmazsa.”

Ve son olarak:

1943, ateÅŸ ve kâğıt kokuyordu. Ayaklar marÅŸ marÅŸ yere vuruyordu, “Heil Hitler!” sesleri yakınlarda duyuluyordu, Almanya’dan gelen kitaplar bahçede yanıyordu; hâlihazırda çok fazla cildin yanmasıyla oluÅŸan kalın duman katmanına, kelimelerini taşıyan daha fazla kitabın dumanı ekleniyordu. Askerlerin tuttuÄŸu kalabalıkta omzumla yolumu açarak, ateÅŸten olabildiÄŸince hızla uzaklaÅŸtım. Kalabalıktan uzakta, sesten uzakta… Ara sokaÄŸa girdiÄŸimde, sırtımı nemli duvara dayayarak nefes almak için durdum.

Bir elimle Genet’nin elinden tutup peÅŸimde çekerken; diÄŸeriyle Hemingway’in çantasının deri sapını sıkıca kavramıştım. Birkaç sokak köÅŸesini aşınca, Genet’yi bir ara sokaÄŸa çektim. “Buraya yakın bir yerde bir oda var demiÅŸtin; bir hanın üst katında, yatak yayları ÅŸakıyormuÅŸ hani?”

Beni kendine çekti, aÄŸzını kulağıma yanaÅŸtırdı. “Ne kadar da hızlısın; hoÅŸuma gitti.”

Birkaç sokak ileri götürdü, çürümekte olan odaların gölgesinde bulunan dar bir koridordaydık, hanın pencereleri görünürdeki tek sıcak ÅŸeydi. Kollarımla kendimi sarıp üÅŸürken, Genet anahtar iÅŸini hâlletti. Yanan kitaplardan uzaktayken ÅŸehir buz kesmiÅŸti. Nihayet, Genet kapıyı açılmaya ikna etti ve beni dökük merdivenlerden Kütüphane’deki odama benzer, bir döÅŸek ve yazı tahtası olan, bir odaya götürdü. EskimiÅŸ yatağın üzerinde gri çarÅŸaf vardı ve masa kâğıtlarla kaplıydı. Parke tahtaları gıcırdadı ve ayaklarımızın altında oynadı.

Koridorun yanında bir fare kıpırtısı oldu ve kemikli bir kuyruk bacaklarımın arasından fırladı. Giderken fısıldadığı söz havada süzüldü. “Tek yönlü kâğıt!”

YataÄŸa oturdum, hâlâ titriyordum. Genet, farenin gitmesini bekleyip kapıyı kapattı.

Kapının kilit sesiyle rahatladım; Kütüphane’deki haftaların yarattığı gerilim, Kütüphaneci’nin bakışları altında çalışmak uzaklarda kalmıştı. Kendimi geriye attım.

Genet yanıma uzandı. Absint ve kitap tozu kokuyordu, yüzümü göÄŸsüne yaslamak istedim ama yorgun kemiklerim söz dinlemedi.

“Okur musun?” dedim.

Tek kaşını kaldırdı, burnuyla omzumu gıdıkladı. “Yakışıklı Bay Zekâcığım, demek oyun oynuyoruz, ha?

“Oyun falan deÄŸil.”

“Okuyacak bir ÅŸe—”

“Çanta.”

Kalkarken yatak yayları ÅŸakıdı; çantanın kilidinin açılışını ve karıştırılan kâğıtları duydum; sonra Genet, çantanın içindekiyle geri döndü: Çiçeklerin Meryem Anası. Okuduktan sonra geri vermiÅŸtim.

Genet belli belirsiz gülümsedi. “Dikkatsizce yazdığım ilk kopy—ama ısrar ediyorsan…” BoÄŸazını temizledi ve ilk sayfasını göz hizasına kaldırdı. “Saat beÅŸte, Wiedmann çıktı karşına,” diye baÅŸladı.

“Hayır!” dedim. “Sayfayı çevir.”

DediÄŸimi yaptı ve yazdıklarının arkasında, yeni yazılmış karalamanın bulunduÄŸu arka yüzünü çevirdi.

“El yazım için özür dilerim,” dedim. Ya Kütüphane’deki odamda ışık yetersizdi ya da çalışacak alan geniÅŸ deÄŸildi. Harflerim, sığdırmam gereken her ÅŸeyi, Genet’nin kendi yazdıklarının arkasına sığdırmak için küçülebildikleri kadar küçülmüÅŸlerdi.

Genet, yatağın üzerinde baÄŸdaÅŸ kurmuÅŸtu, önce sayfaya, sonra bana ve tekrar sayfaya baktı. Teatral bir ÅŸekilde boÄŸazını temizledi. “Barnabus Hardy’den Bütün Hikâyelerimiz,” diye baÅŸladı.

– SON –


Bu haberlerde ilginizi çekebilir!