ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Ayasofya, namı değer ‘kutsal bilgelik’ kaynağının yükseldiği nazenin yapı. Tarihin en eski katedrali olarak yükselirken, en derin, en hüzünlü, en mutlu zamanların canlı şahidi. 1500 yıllık, uzun bir yolculuğun seyyahı. Kimleri gördü, kimlerle uyudu, kimlerin kulağına hikayeler anlattı bilinmez… Lakin, düşünce yüreğine insanın, aynı bir İstanbul gibi. İstanbul’un nazlı, edalı kız çocuğu. Kızıldan saçlarını uzatır eteklerine. Eteklerinde dolananlara sonsuz kucağını açar.
Ayasofya için bahsedilecek çok fazla mevzunun olduğu hakikattir. Tarihinden, siluetine, duvarlarına süzülen mahyalarına, resimlerine kadar anlatılacak hikayeleri kelamın gücüne yetmeyecek bir mabet olduğu her dönemin kalemlerinde yetersiz kalmıştır. Gördüğü savaşlar, istilalar ve en sonunda ulaştığı Fetih’li huzur yüzyıllardır bilinenlerin gölgesindedir. Öncelikle sorulması gereken ‘Ayasofya nedir’ sorusudur aslında. Öyle ya herkesin gönlünde yatan bir Ayasofya vardır. Aynı melodide çalan bir müzik gibi olmasına karşın, orada öylece durmaz Ayasofya. Aynı melodiye farklı makamlarda ses verir. Kimi için huzurdur. Bir diğeri için tarih. Bir diğerine özlemi anımsatır. Bir diğeri imanın yolculuğuna kucak açar. Bu günlerde Ayasofya’dan daha çok bahsediyor oluşumuzun sebebi fethin yakın zamandaki kutlamasından kaynaklıdır muhakkak. Fetih deyince aklımıza ilk elbette Ayasofya gelecektir. Öyle ya kimilerimiz için de Ayasofya fetihtir aslında.
Peki, neden fetihtir? Neden fetihle Ayasofya farklı bir kavrama dönüşmüştür?
Fatih Sultan Mehmet, namı diyar Peygamber sözüne nail olan yüce komutan, İstanbul’un yani zamanın Konstantinapolis’inin alınması için büyük bir gayret ve dahi büyük bir sabır ve zeka örneği sergilemiştir. Ayasofya, tarihinden beri bu fethe hazırlık yapmış gibi sessizce beklemiş, yanından geçenleri sadece izlemeye koyulmuştur. Fakat fetih, Fatih’in adımlarını içeri atmasıyla birlikte ona bir ses, bir seda kazandırmıştır. Öncesinde katedral olarak kullanılan bu yapı, Fatih’in fethiyle birlikte yenilenmeye ve onarıma girmiştir. Birçok yarayı gövdesinde taşıması, Fatih’in omuzlarındaki yük olmuş ve onarılması için mücadele etmesine yol açmıştır.
Fetih günü geldiğinde Hıristiyanlığın merkezi olan bu kutsal yapı, onca yangın, deprem, yağmadan kurtularak son defa onlara hizmet edercesine bütün yolcularını içine aldı. İşte o gün, 29 Mayıs’ın tam da bir gün öncesinde kurtuluş olmadığını anlayan bütün Bizanslılar son dualarını edebilmek için bu kutsal mabede koştu. Kapılar kapandı, askerlerin şehre girişi izlendi. Dışarıdan gelen ayak sesleri, at seslerine karışmıştı. Şehir düşmüş, kaçacak yerleri kalmamıştı. Bir savaşın ortasında, savaşın gölgesinde kalmak olur mu? İşte Ayasofya tam da yolcularına kocaman bir gölgelikle sarılıyordu o sırada. Fatih, atını şehrin içerisine sürdü… sürdü… Sesler bir anda kesildi. Hiçbir şey olmamış gibi içeride suskunluk, dışarıda bir bekleyiş vardı. Atından indi Fatih. Yere eğilip bir avuç toprağı kavuğuna serpti. Ne kadar yüce bir komutan olursa olsun, yücelerin en yücesine, Allah’a ait bir kuldu en nihayetinde. Ayasofya’ya bakar, Ayasofya kapılarını açıverir birden. İçeride korkulu bakışlar, ziyan görecek endişesinde. Fakat Fatih, Rabbinin kulu. Kimse inancından sorgulanmaz, diye düşünüyor. İçeri girip, Ayasofya’nın taşıdığı yükle daha çok büyüleniyor Fatih. Evliya Çelebi şöyle anlatıyor o zamanı:
Ama Fatih gazi, Ayasofya ismiyle anılan kiliseyi seyrettikçe gördü ki bu makam büyük bir yapı ve eski sağlam eserdir ki, usta mühendis ve Mimar Ağnados adlı temiz huylu, anlayış sahibi, bu binanın sağlamlığına hayran ve temel kurulmasını ve kubbesinin oturmasını gören hayran olur ve kendinden geçer. Hemen Gazi Mehmed Han bu eski mabedi pisliklerden, kesişlerden kanı lekelerden, heykel ve resimlerden kilisenin içini temizleyip, nice bin yere amberlikler ve micmerdanlar ile ud ve amber yakıp cami içre Müslüman gazilerin diğmaları koklanıpa saate bum abet, muhtazar, mihrap, minber, mahfil ve minaret ile o cennet benzeri makamı ibret verici eserlerle Müslüman cami edip.
Ayasofya, kavuşuyor ruhunun mihengine. 900 yıllık kiliselik hayatı sona eriyor Bizans’ın göbeğinde. Hıristiyanlığın merkezi, Hıristiyanlığın en büyük değişime uğradığı yer, bir anda Müslümanlığın seslerine dönüşüyor. Fatih en güzel şekilde onarılmasını emrediyor. Mabed, dinler ötesinde bir huzura açılıyor. Evliya Çelebi’ye de anlatması düşüyor.
Sanat ve güzelliklerin her türüyle süslü ve dolu bir cami olup dokuz ayaklı kubbenin benzeri olmamıştır. Her an seyredilmesine akıllar hayran kalmıştır. Her tarafını renkli avizelerle donatmışlardır. Görüş, akıl, zevk ve basiret sahibi olanlar, Huda’nın nuru olan bu camiyi görünce hayran, mest ve şaşkın olurlar. Halen And cennetinden nişan veren şanlı bir camidir. Her gece 12.000 türlü türlü kandillerle şamdan üzerine balmumları ile aydınlatıp, nur üzerine nur olur. Yüksek kubbenin ta ortasında yuvarlak bir daire içinde Yakut-i Mustasimi yazısı gibi eski bir yazı ile ayet ‘Allah yerin ve göklerin nuru’ dur.
O günden sonra Hıristiyanların gizli mabedi, Müslümanların aşikar dostu olarak yaklaşık 500 yıl hizmet veriyor. Nice olaylara, nice karmaşalara şahit oluyor, fakat her seferinde ayakları dimdik yere basarak süzüyor bakışlarını Boğaz’ın inci sularının üstüne.
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise Camii müzeye dönüştürüyor. Herkes ne arıyorsa, bulsun isteniyor belki de. Bir tarafından İsa’nın resimleri dökülen duvarlarından, diğer tarafından İslam’ın mahyaları dökülüyor. Her dinden, her kesimden bütün insanlığa açılıyor kapıları. Lakin söylemek de gerekir ki en güzel sedayı bırakıyor Müslüman topraklarının üzerine. Fatih’in yaptığı gibi bir Cuma namazının nazarı olmayı arzuluyor gizlice.