Attila İlhan Röportajları | BCA Times




  ÖNE ÇIKAN HABERLER

Attila İlhan Röportajları
Eklenme Tarihi: 13 Ekim 2018, Cumartesi 00:09 - Son Güncelleme: 13 Ekim 2018 Cumartesi, 00:09
Font1 Font2 Font3 Font4



Attila İlhan Röportajları
Attila İlhan’ın verdiği 5 röportaj..

 

Attilâ Ä°lhan Ä°le Åžiir ve Roman Üzerine

Ülkemizin yetiÅŸtirdiÄŸi önemli ÅŸairlerden Attilâ Ä°lhan ile röportaj için gittiÄŸimizde bize söylediÄŸi ilk söz, “Çocuklar nereden aklınıza geldi dergi çıkarmak!” oldu. Elbette, bu, yıllarını ÅŸiirle yoÄŸurmuÅŸ düÅŸünce adamı, bu iÅŸin zorlu bir görev olduÄŸunu biliyordu. Biz “atıldık reh-i sevdaya, bir ÅŸem’a da biz tutuÅŸturalım dedik!” diye masasının çevresine oturduk. Başındaki kasketi ile her zamanki klasik görünümünde olan Åžair, yine o güleç çehresi ve zeki bakışlarıyla bizleri adeta okÅŸuyor gibiydi. Sorularımızı hazırlamıştık ama, onun akıcı ve berrak ve bilgi yüklü konuÅŸması karşısında bazen soracağımız soruları sormaktan vazgeçiyor, bazen de ahengi bozmamak için nefes alma molalarında kısa bir ÅŸekilde suallerimizi araya sıkıştırıyorduk. Attilâ Ä°lhan, Sisler Bulvarı’ndaki gibi kah sisli bakışlarını, kah aydınlığa çıkan çehresini bizlere çevirerek trans haline geçmiÅŸ bir medyum gibi sorularımızın cevaplarını verdikçe bu, Osmanlı hayranı insana bizler de hayran olmaktan kendimizi alamıyorduk. Evet, iÅŸte size YaÄŸmur’un ilk sayısında DüÅŸünce Armonisi bölümünde sunacağımız kısım, bu röportajdan (belki sohbet desek daha uygun olacak) bazı kesitlerdir. Üç-üç buçuk saate yakın sohbetimizden aldığımız Åžairin ÅŸiir ve roman üzerine görüÅŸlerini aÅŸağıda sunarken, yorumu okuyucularımızın takdirlerine bırakıyoruz…

YaÄŸmur: “Åžiir okunmuyor, ÅŸiir bitti.” gibi sözler duyuyoruz çevreden. Sizce bunların aslı nedir?

A. Ä°lhan: Hayır, bu doÄŸru deÄŸil! Mesela, BeyoÄŸlu Kitap Fuarı’nda bakıyorsunuz, inanılmaz rakamlarda kitap satılıyor. EÄŸer bu insanlar bu kitapları okuyorlarsa, ciddi ÅŸekilde bir edebi merak var demektir. Çünkü aldıkları kitapların çoÄŸu edebi. Öte yandan, gerek dergiler, gerek gazetelerin bir kısmı, gerek magazin dergilerine iletilen mektupların büyük bir çoÄŸunluÄŸu, ÅŸiir gönderen insanlardan geliyor. Åžiir yolluyorlar. Anadolu’nun her tarafından ÅŸiir yağıyor. TRT 2’de bir programım var. O programda bana gelen mektupların dörtte üçü ÅŸiirlerini gönderen adamlar! Çok bu insanlar. Yani Giresun’un falanca bucağının filanca köyünden bir arkadaÅŸ, o programı izleyip bana ÅŸiir gönderiyor. Åžiirini niye gönderiyor? Demek ki, bizim halkımızın aslında bir ÅŸiir merakı var. Olması da son derece doÄŸal. Çünkü bizim bin senelik kültürümüzün temeli ÅŸiirdir. Kitapları bile manzumdur. GeçmiÅŸ tarihimiz de öyledir. Bu yüzden halkın böyle bir eÄŸilimi var. Peki, neden “Edebiyat alaka görmüyor, ÅŸiir öldü.” gibi bir hava içinde oluyoruz? Kiminle konuÅŸsak, “Hayır, bu iÅŸ bitti!” diyor. Kimse ÅŸiir okumuyor herhalde. Ben inanmıyorum. Neden inanmıyorum? Çünkü bunun canlı bir ÅŸahidiyim. Benim ÅŸiir kitaplarımı biz her sene yeniden basıyoruz. Bu, bir kitap deÄŸil, iki kitap deÄŸil, on-bir tane ÅŸiir kitabı… Bunlar sürekli basılıyorlar ve sürekli bitiyorlar… Bunları insanlar alıp okuyorlar deÄŸil mi? Ä°kincisi; hadi ben kendimi örnek göstermeyeyim. Nazım’ ın kitapları satılıyor, Yahya Kemal’ in kitapları satılıyor, Necip Fazıl’ ın kitapları satılıyor, Ahmet Arif’ in kitapları satılıyor. O zaman, konuya ÅŸöyle bir yerden bakmak lazım. Bir kere ÅŸiir açısından olaya bakarsanız, Türk halkının ÅŸiir okumadığı doÄŸru deÄŸil, ÅŸiir okuyor. Åžiire alaka göstermediÄŸi de doÄŸru deÄŸil, alaka gösteriyor. Ä°ÅŸte bunlar canlı örnekler… Hatta ben bunu Fransızlar’a söyledim. Çok da ÅŸaşırdılar. Türkiye, dünyada, ÅŸiirle reklam yapılan tek ülke. BaÅŸka hiçbir ülkede böyle birÅŸey göremezsiniz; ÅŸiirle reklam yapsınlar. Bant satmak için ÅŸiir okuyor adam. Türkiye’de bunu birçok radyoda dinliyorsunuz. O zaman Türk okuru ÅŸiir okumuyor deÄŸil; Türk okuru ÅŸiiri seçiyor. Her ÅŸiiri okumuyor. Åžiir yazanların önce buna dikkat etmeleri gerekir. Ona sıcak gelen bir ses var; o, ancak bu sesi taşıyan ÅŸiirleri okuyor. Çünkü bu ÅŸairler, düÅŸünceleri, ideolojileri ne kadar birbirinden farklı olursa olsun bizim geleneksel Türk ÅŸiirinin sesini kullanan ÅŸairlerdir. Necip Fazıl da öyle kullanır, Nazım da onu kullanır, ben de onu kullanıyorum, Ahmet Arif de onu kullanır. Geleneksel Türk ÅŸiirinin bir sesi vardır. Bu ses nereden geliyor? Ben bunu çok düÅŸündüm. Bir defa, kesinlikle Türk musikisinden geliyor. Biz doÄŸduÄŸumuz andan itibaren, farkında olarak veya olmayarak bu musikinin içinde büyüyoruz. Ninnilerimiz bile belli bir makamda söyleniyor. Belki segah, belki yegah… Sokakta bir satıcı geçiyor. Bir hava tutturuyor. Bakıyorsunuz Türk halk ÅŸarkılarının ritminde bir ÅŸey söylüyor. Müezzin ezan okuyor; o da makamlı… Sabah ezanı saba makamında okunuyor. Sen doÄŸduÄŸun zaman bile bu ritim içinde büyüyorsun. Kulak bunu saÄŸlıyor sürekli. Bu sese aykırı bir ses karşına gelince, insiyaki olarak reddediyorsun. Yani bilinçle yapmıyorsun; ÅŸuuraltına perçinleniyor. Çünkü 1940’tan itibaren özellikle Garip Hareketi’nden sonra Türkçe’de ÅŸiirin iÅŸlevinde bir ÅŸiir geliÅŸtirilmiÅŸtir. Sanki yabancı dilden çevrilmiÅŸ bir havada. Hala var o ÅŸiirler Türkiye’de. Åžimdi okunmuyor dedikleri ÅŸiir o. Türk halkı o ÅŸiiri okumuyor.

YaÄŸmur: Bu tarz yazan ÅŸairlere örnek olarak kimler verilebilir?
A. Ä°lhan: Bütün Ä°kinci Yeniciler’ i söyleyebilirsiniz. “Ä°kinci Yenici” dediÄŸimiz ÅŸairler Türkçe kelimelerle yazıyorlar, fakat çeviri gibi bir ÅŸey. Onların ÅŸiirlerini Türk halkı okuduÄŸu zaman o sesi bulamıyor.

YaÄŸmur: Sezai Karakoç bunlara dahil oluyor mu?
A. Ä°lhan: Sezai onlardan deÄŸildir. Sezai’de geleneksel ses kısmen vardır. Çünkü bu ses ritim gerektiriyor. Bakın bu çok önemli. Bizim aruz ÅŸairlerimizde de hece ÅŸairlerimizde de lirik dil vardır. Ben kendi hesabıma, çocukluÄŸumdan itibaren her iki ÅŸiiri de çok yakından izledim ve okudum. Hatta bir çoÄŸunu da ezbere bildiÄŸim için o sese sahibimdir. Hatta benim bazı ÅŸiirlerim var, ben bunların alaturka makamlarını isimleriyle yazdım. Herkes onları aruz sanıyor. Halbuki aruz deÄŸil onlar. Mefailün mü,failün mü? Hayır deÄŸil. Alakası yok. Onlar serbest ÅŸiirler. Öylesine hazmetmiÅŸim ve öylesine bir yere getirmiÅŸim ki, serbest söylediÄŸim zaman bile o ses, onun içine giriyor. Serbest ÅŸiirlerim seviliyor. BirçoÄŸu da bestelendi onların. Neden? Çünkü böyle bir memleketin bin senelik geleneÄŸinin yeni bir aÅŸaması onlar. O ses demek ki, serbest olarak da söylenebilir ve günümüzün muhtevasını da ifade edebilirmiÅŸ. Bunu söylediÄŸin, yaptığın zaman Türk halkı seni kesinlikle reddetmez. Kitabını da alıyor, okuyor, tepesinde gezdiriyor. Bu bir gerçek.

YaÄŸmur: Åžiir okunmuyor diyenlerin gözünden kaçan konu bu herhalde.
A. Ä°lhan: Evet, “ÅŸiir okunmuyor” diyenler, Türk ÅŸiirinin geleneksel sesini yenileÅŸtirmeyi bilmeyenler, Türkçeyi yanlış bir düzeyde kullananlardır.

YaÄŸmur: Åžiirde kelime seçimi gerekir mi? Yoksa, insan ilhamlarına göre, hızlı bir ÅŸekilde, hiç düÅŸünmeden ilhamın akışına göre hangi kelime gelirse onları ÅŸiire yansıtmalı mı?
A. Ä°lhan: Kelime seçimi biliyorsunuz, aruzla yazarsanız bir mecburiyettir. Çünkü aruzun getirdiÄŸi kalıplara uyması lazımdır kelimelerin. Mecbur. Orada kapalı bir hece kullanamazsınız. Açık heceli olması lazım. Açık heceli kelimeler bulmak zorundasınız. Öyle bir kuyumculuk ister senden aruz. Hece baÅŸka türlü. O böylesini istemez. Bölünmemeli kelime. Altı-beÅŸli olan, baÅŸka durak yerinde bölünemez. Bitmesi lazım kelimelerin orada. Duraklarda bitecek. Fakat serbest bunu kaldırmış gibi görünür ortadan. Böyle bir ihtiyacı kaldırmış gibi görünür. Serbest ÅŸiir konusunda genç neslin çok büyük bir yanılgısı var. Serbest ÅŸiiri genç nesil vezinsizlik sayar. Serbest vezin, vezinsizlik deÄŸildir. Her ÅŸiir için yeni bir vezindir. Yani ÅŸair, her ÅŸiir için vezin yaratmak zorundadır. Bir veznin getirdiÄŸi bütün avantajları sen yaratıcılığınla vereceksin. O melodiyi, o ritmi, o havayı… Çünkü aruz vezni, bir kalıptır. O kalıba sen oturttun mu kelimeleri, o ritim kendiliÄŸinden gelir. “His var mı bu alemde nekahet gibi tatlı?” derken o, tık tık tık tık yürür…

YaÄŸmur: Rahat…
A. Ä°lhan: Evet rahat. Hece biraz daha rahat. Serbestte rahatlık yok, burada cehennem azabı var. Çünkü bizim çocuklar, bir cümleyi devrik yaparsan o, mısra olur sanıyorlar. Hani “Yürüyordum yaÄŸmurun altında gece” dediÄŸi zaman bunu mısra sanıyor. Bu mısra falan deÄŸil; cümle… Benim çocuklara verdiÄŸim bir test var. Deli ediyor onları. Sen ÅŸimdi bu ÅŸiiri alt alta yazma, yan yana yaz bakalım. Yan yana yazıyor. “Oku ÅŸimdi” diyorum. Okuyor; nesir. Åžimdi diyorum, Yahya Kemal Bey’ in ÅŸu ÅŸiirini yan yana yaz bakalım. Yazıyor. Oku bakalım. Nesir gibi okuyamıyor. Yani nesir deÄŸil, ÅŸiir. Her biri mısra onların. Asla cümle olmuyorlar. Mısra olarak tasarlanmış. Diyeceksin ki onlar aruz. Tamam. Ahmet Muhip’ inkini yap. O da öyle. Onu da nesir gibi okuyamazsın. Nazım’ı da okuyamazsın. Bunların hepsi mısra olarak meydana getirilmiÅŸlerdir. Mısranın kendine göre bir bütünlüÄŸü, bir ritmi, bir havası vardır. Mesela “Kar yağıyor, üzgünüm.”, “Üzgünüm ÅŸimdi kar yağıyor”, “Kar yağıyor üzgün müyüm?” gibi laflarla ÅŸiir yaptığını sanıyor çocuk. Hayır yapmıyorsun, olmuyor. Åžiir de deÄŸil o. Birtakım izlenimlerini kelimelerin yerlerini deÄŸiÅŸtirerek yazıyorsun. Serbest vezin dediÄŸimiz ÅŸey, söylediÄŸi ÅŸiirin havasına, atmosferine, kokusuna, virgülüne göre yeni bir vezin meydana getirmektir. Ve daha da ilginci nedir biliyor musunuz? Bir ÅŸiir için yarattığın vezni baÅŸka bir ÅŸiir için kullanamazsın. Kullanırsan, tekrara düÅŸmüÅŸ olursun. “Bu adam kendini tekrarlıyor.” derler. Onun için serbest vezin çok zor bir vezindir. Kolay bir vezin deÄŸil. Bu yanlış anlaşılmalar yüzünden, Türk ÅŸiiri çok ucuzlamıştır. Felaket haldedir. Bizde çok geliÅŸigüzel ÅŸiirler yazılıyor, ÅŸöyle: Çocuk, ÅŸiiri yazıyor. Ben diyorum ki, ÅŸimdi sen bu ÅŸiirin ilk bendini al, kaldır, ortaya koy. Ortadaki bent yukarı çıksın. Oku, okunuyor. Yine oluyor. Peki diyorum, sen ÅŸimdi bu ÅŸiiri aÅŸağıdan yukarı oku bana. En alttan baÅŸlıyor, yukarıya doÄŸru okuyor. Yine oluyor. Yani ÅŸiirde hiçbir ÅŸey deÄŸiÅŸmiyor. Peki diyorum, sen ÅŸimdi al bakalım ÅŸu ÅŸiiri, Yahya Kemal bey’in ÅŸu ÅŸiirini aÅŸağıdan yukarı dene bakalım oluyor mu? Olmuyor… Åžu ÅŸiiri al bakalım. O da olmuyor. Çünkü onlarda bir ÅŸiir mimarisi var. Bir ÅŸiir kurgulaması var. Bir kurgu yapmış. Yukarıdan aÅŸağıya bir bütünlük taşıyor. Sen aÅŸağıdan yukarıya okumaya kalkınca olmuyor. Ama ötekinde hiçbir kurgu olmadığı için, rastgele laflarla yazıldığı için bunu buraya koy, onu oraya koy, yine olur.. Çok kızdılar bana. Aranızda bölüm deÄŸiÅŸtirebilirsiniz. Sen ona dört mısra ver, o sana dört mısra versin. Yine gördüler ki hiçbir ÅŸey farketmiyor. Bu demektir ki, ÅŸiir mimarisinden koptular, ÅŸiir estetiÄŸinden koptular. Geleneksel ÅŸiirin sesinden koptular, mısradan koptular. Bu tam bir harabe.

YaÄŸmur: Efendim, “ÅŸiirde bir musiki olmalı” dediniz. Nesirde de böyle bir musiki gerekir mi?
A. Ä°lhan: Osmanlı nesrinde var. Yani bizim geleneksel nesrimizde. Çünkü Dede Korkut Hikayeleri’ni okursanız, orada çok nesir gibi görünen, ÅŸiir gibi de okunan kafiyeli yazılar vardır. Buna biz Osmanlı’da “Seçili Nesir” derdik. Kur’an da böyle gelmiÅŸtir. O da nesir olmasına raÄŸmen, kafiyelidir. Bunu en son yapan Cahit Begenç diye bir yazarımız vardı. 194O’lı yıllarda o yapardı. Kafiyeli nesir yazardı. Benim bazı nesirlerimde de vardır. Yani bazen ben de yaparım. Seyahat notlarım vardır. Orada da öyledir. Kafiyeli bir biçimde ritmik okunabilir. Rahatlıkla okunabilir.

YaÄŸmur: Bu yadırganıyor mu, efendim? Mesela ÅŸiir gibi bir nesir, akıcı üslup, arada aliterasyonlar, seciler var. Yani ÅŸiir ile nesir bir birinden çok farklı mı olmalı kullandığı öÄŸeler açısından?
A. Ä°lhan: Yo, niye yadırgansın, yazılır ve oluyor. Eskiden böyle yazıların ismi mensur ÅŸiirdi zaten. Yani nesir olarak yazılmış ÅŸiir. Yadırganıyor da, niçin ikinci yenicilerin bir çoÄŸunun ÅŸiirleri öyle. Nesir halinde yazıyorlar. Onlar neden öyle yapıyorlar o zaman? Fakat ÅŸiir de kurallar ne kadar etkileyici olursa olsun, yaratıcılık ağır basar. Sen gelirsin, bu kuralları hiçe sayarak bir ÅŸey yaparsın. Bütün millet senin ÅŸiirini söyler. Yani burada kalabalığa intikal edebilmek, insanların algılayabileceÄŸi frekansı bulabilmek çok önemlidir. Åžimdi ben size bir ÅŸey söyleyeceÄŸim. Benim en çok sevilen ÅŸiirlerimden biri “Ben sana mecburum” ÅŸiiridir. “Ben sana mecburum” lafı Türkçe olarak yanlıştır. Kurallar kırılmış olur. “Ben sana mecburum” denmez. Türkçe’de böyle bir laf yoktur. Ben, onu “Ben sana mecburum” ÅŸeklinde söyledim. Ve iki defa bestelendi. Demek ki önemli olan, bunu oturtabilmektir. Öyle bir oturtursun ki, herkes onu sever, benimser. Ve bu zamana kadar yanlış sayılan ÅŸey doÄŸru olur. Zaten duygulara isim koyan ÅŸairlerdir. Dili yaratan ÅŸairlerdir. Åžimdi benim ÅŸiirlerimi bazen basacak olduklarında oradaki musahhih, tashihçi arkadaÅŸların bir kısmı öÄŸretmen olduÄŸu için, dil kaideleri açısından bakıyorlar. Benim ÅŸiirlerimin de nesirlerimin de gramere uyan bir yanı yok. Türkçe gramere pek çoÄŸu aykırıdır. Bunlar deli oluyorlar. Åžimdi öÄŸretmen oldukları için, düzeltmek ihtiyacı duyuyorlar. Düzeltirsin, ama o ÅŸiirin canına okursun. O ÅŸiir, yanlışlığı ile güzeldir. Ben onu bile bile yapmışım. O kadar kuralı ben de biliyorum. Ama orada bana öylesi güzel gelmiÅŸ. Ben de öylesini söyledim.

Yağmur: Bilerek mi, yoksa ilham eseri olarak mı?
A. Ä°lhan: Zaman zaman ilhamın da rolü vardır. Yani kelime öyle gelir. Sonra ben “Yahu yanlış oldu, böyle olmaması lazım.” derim. Ama bakarım. Yok, düzeltirsem o zaman kötü bir ÅŸey olacak. Bunu da öÄŸrendim. Onu da söyleyeyim size. Åžimdi, bizim halk ÅŸairleri hiç kural dinlemezler. Mesela, Arapça çoÄŸul olmuÅŸ ÅŸeyleri Türkçede de çoÄŸul yaparlar. Hani züccaciyeci gibi. Åžimdi züccaciye zaten cam satan adam demektir. Ama “Züccaciyeci” der bizimki. Bilmez iki defa cam satan adam olur. Bunun gibi bizim halk ÅŸairleri; aman yarabbi neler söylerler. Ama onlar çok da güzeldir. Bazen tasavvuf terimlerini yanlış söylerler. Ama hiçbirimiz de kalkıp “Bunlar bunu niye yanlış söylemiÅŸ?” demiyoruz. Ama bu mısraları ezbere biliriz. Bazı konularda kuralların bilinmesinden yanayım. Ama çok kuralcı olmaktan yana da deÄŸilim. Ben ÅŸiiri gramer kurallarına göre yazmam.

Yağmur: Sıkıcı olur o zaman değil mi efendim?
A. Ä°lhan: Kesinlikle. Mesela, benim ilk terkettiÄŸim ÅŸey ÅŸu oldu: 19. asırda bir miktar Batı ile temas hızlanınca, hariciye vekaletine gelen notları o günkü Türkçeye çevirecek adam gerekmiÅŸ. Bizim Müslümanların hiçbiri yabancı dil bilmiyor. O zaman azınlıklara baÅŸvurmuÅŸlar. Ermeniler, Museviler hep mütercim olarak kullanılmışlar. Onlar da kendilerine göre bir Türkçe uydurmuÅŸlar. Yani, fiilin sona geldiÄŸi bir cümle tarzı vardır bizde. Ve tuttu da. Biz öyle konuÅŸmuyoruz. Kesinlikle öyle konuÅŸmuyoruz. Ben bunun üstünde çok uÄŸraÅŸtım. Türk halkı kesinlikle böyle konuÅŸmuyor. Fiil baÅŸa geliyor, ortaya geliyor, sona geliyor, hiç gelmiyor. Bizim konuÅŸmamız son derece serbest. Ben de öyle yazıyorum. Bende bazen hiç fiilsiz cümle vardır. Mef’ulsüz cümle vardır. Bütün mesele senin yazdığın ÅŸey, anlatmak istediÄŸini karşıdakine ne kadar intikal ettirebiliyor! Çok iyi intikal ettirebiliyorsa, o doÄŸrudur arkadaÅŸ… Gerisi hikayedir. Ben birçok ÅŸiir, roman, makale yazdım. Kitaplarda çok çetrefil soruları basite indirgeyerek halk Türkçesi ile yazdım. Herkes okuyor, herkes anlıyor. Ama o Türkçe ile yazdım. Kesinlikle gramere uymaz.

YaÄŸmur: Mesela Karakoç’un çok kullandığı “olsun için” deyimini buna örnek verebilir miyiz?
A. Ä°lhan: Evet. “Olsun diye” demesi lazım deÄŸil midir? “Olsun için” der. Ona kimse karışamaz. Yani kuralı kırdığı zaman daha da dikkat çekici oluyor. Bakın size bir-ÅŸey söyleyeceÄŸim. Edebiyat tarihinde köÅŸe başı olan isimlerin hepsine dikkat edin, kuralları kıran adamlardır. Kurallara uyan adamlardan hiç kimse önemli adam olmamıştır. Önemli adam olmak çizgisinde onlar dipnottur. Dikkat edin bakın iÅŸte. “Nazım” diyoruz, “Necip” diyoruz. Bunlar kim? Ortalığı altüst eden adamlar! Buna mukabil o zaman birtakım ÅŸiirler yazmışlar. Bir çoÄŸunun adını bile bilmiyoruz. Unuttuk!

YaÄŸmur: Efendim, Necip Fazılın hecedeki baÅŸkalığı ne. Zamanında birçok ÅŸaire tesir etmiÅŸ. Hala da etmekte. Bu etki onun ne gibi özelliÄŸinden kaynaklanıyor? Onun çekici ve taklide zorlayıcı üslubunun sırrı nedir?
A. Ä°lhan: Evvela üslupla ilgisi yok o iÅŸin. Bir kere Necip, çok iyi bir ÅŸair. Evvela, çok iyi bir ÅŸair. Yani önce ÅŸair olacaksın. EÄŸer ÅŸair deÄŸilsen istediÄŸin kadar güzel ÅŸiir yazmaya uÄŸraÅŸ, mümkün olmuyor. Adam ÅŸair. Eski tabirle, tabiat-ı ÅŸairanesi var. Zaten o nesilde bence Nazım Hikmet ile odur. Ä°kisinin de, tabiat-ı ÅŸairanesi var. YanardaÄŸ gibi geliyor. Bütün mesele o geleni ifade etmektir. Geleni ifade ederken, benim Necip’te gördüÄŸüm özellik ÅŸudur. Necip Fazıl, o dönem içerisinde (hemen hepsi öyledir ya, Nazım da öyledir) Türk Edebiyatı’nın evveliyatını bildiÄŸi kadar Batı Edebiyatı’nı da bilir. Necip Fazıl’ın ÅŸiirlerinin bir kısmı Bodleryen’ dir. Baudelaire’in ÅŸiirindeki hava onda da var. Ve açıkça görülüyor ki. Necip Fazıl, Baudelaire’i okumuÅŸtur. Hem de iyi okumuÅŸ. Baudelaire’in kurduÄŸu heceye onlar “alexandren” der. Yani onların bu isimle söylenen bir hece vezinleri vardır. Onun tarzı özellikle “Kaldırımlar”da çok net görülüyor. Baudelaire’i çaÄŸrıştırıyor. Ama iyi, has ÅŸairler gibi kendini yenilemeyi sever. Yani bunu yazıyor ama, ondan sonra “Otel Odaları”nı yazıyor. “Otel Odaları” çok farklı bir ÅŸiir. Ve bizim Türk Edebiyatı’nın en güzel ÅŸiirlerinden birisidir. Ama onun ritmi, tekniÄŸi, her ÅŸeyi çok farklı. Sanıyorum ki, Necip Fazıl’dan baÅŸkasında böyle bir ÅŸiir yok. Kendi başına bir ÅŸiir. Daha sonra bu ÅŸiir yolunda yürüdükçe, (tabi bizim tasavvuftan, bizim klasik tasavvuf ÅŸairlerinden de yeni etkiler geliyor) ondan birtakım ÅŸeyler almaya baÅŸlıyor, öyle yürüyor. Ama bana sorarsanız, onun esas gücünü yapan, onun kendisinin tabiat-ı ÅŸairanesinin çok güçlü olması bir, ikincisi hem DoÄŸu ÅŸiirini, hem Batı ÅŸiirini bilmesi ve bundan sentez yapmasıdır. Dikkat ederseniz, Yahya Kemal de böyledir. O da hem DoÄŸu ÅŸiirini, hem Batı ÅŸiirini çok iyi bilir. Ve çok güzel bir sentez yapmıştır. Yahya Bey de büyük bir ÅŸairdir. Asla küçümsenemez. Çünkü halkın konuÅŸma Türkçesini geleneksel sesle ÅŸiire intikal ettirme zaruretini ilk anlayan o. Öbürleri hep ondan sonra geliyorlar. Ä°lk defa o anlamış. Mesela Ziya Gökalp ÅŸiir de yazıyor. Ama çok kötü ÅŸiir yazıyor. Onun yazdığı ÅŸiirler didaktik ve küçük çocuklara okutulmak için yazılmış gibi. Onlar kötü ÅŸiirler. Yani hecede ilk iyi imiÅŸ gibi görünen ÅŸiirler biraz Rıza Tevfik’te vardır. Onların hepsi halk ÅŸiirlerinin taklitleridirler. Yani hece yazmaya kalkışınca halk ÅŸiirlerinin tarzında koÅŸma yazıyorlar. Yahya Kemal öyle yapmıyor. Yahya Kemal aruzun vezinlerini alıyor ve onları yoÄŸuruyor. Türkçeyi alıyor, onların içine döküyor. Ve ondan Türkçe divan ÅŸiirinin ve halk ÅŸiirinin sesini taşıyan yeni bir melodi çıkarıyor. Bu çok büyük bir iÅŸ.

YaÄŸmur: Efendim, HaÅŸim ile Yahya Kemal arasındaki farkı kısaca özetler misiniz?
A. Ä°lhan: Åžimdi çok büyük fark var. Bir kere HaÅŸim, dilin önemini çok geç anlamış. Yani dilin sadeleÅŸmez ise kaybolacağını çok zor anlamıştır. Son birkaç ÅŸiiri anlaşılabilir haldedir. Öbür ÅŸiirlerinin büyük bir kısmını halk anlamaz. Yani okur anlamaz. “Piyale” yi bile anlayacak çok az insan vardır.

Yağmur: Sembolist olmasının bunda etkisi var mı?
A. Ä°lhan: SembolistliÄŸi de var tabii. Ona o yüzden çok karşı çıkmışlardır. Bir de HaÅŸim Bey’in çok geçimsiz bir adam olması, onun ÅŸairliÄŸini etkilemiÅŸ. Yani anılmasını, yayılmasını etkilemiÅŸ. Sevmiyorlar onu. Ä°nsan olarak kimse sevmiyor HaÅŸim’i.

YaÄŸmur: Kendisinin de tesirinde kaldığı çirkinliÄŸi buna sebep olabilir mi?
A. Ä°lhan: Yalnız yüz çirkinliÄŸi deÄŸil canım, insanlarla kavga etmeyi seven bir tipi var. Mesela, ÅŸimdi de var öyle birçok ÅŸair. Kendisiyle mutabık olmayan ÅŸairler herkesle kavga ederler. Bilmiyor musunuz, öyle bir kural vardır. Bunda ne saÄŸcı olmak geçerlidir, ne solcu olmak. Ä°nsan olmak yetiyor. HaÅŸim de iyi bir ÅŸair. Kötü bir ÅŸair deÄŸil ama, mesela ben Cenab Åžehabettin’den bir ÅŸeyler buluyorum onda. Daha evvel Cenab o iÅŸleri yapmış ve hiç de fena yapmamış. Yani bazı ÅŸiirleri var Cenab’ın. Bugün pek anlamaz çocuklar, ama çok güzel ÅŸiirlerdir onlar.

YaÄŸmur: Hilmi Yavuz bir röportajında “Roman bitti.” diyor. Sizce bu doÄŸru mu?
A. Ä°lhan: Yo, roman öyle kolay kolay bitmez. Onun söylemeye çalıştığı baÅŸka bir ÅŸey. Onu daha önce ben de söyledim. Åžimdi görsellik ağır basıyor toplumda. Ä°letiÅŸimde görsellik ağır basınca, romanın görselliÄŸe intibak etmesi lazım. Aksi halde okumazlar. Yani düÅŸünebiliyor musun sen? “SavaÅŸ ve Barış”, Tolstoy. TuÄŸla gibi üç tane ciltti yanlış hatırlamıyorsam. Åžimdi bunu kim oturur da okur? Okumazlar, sıkılırlar. Çünkü “SavaÅŸ ve Barış”ın iki saat süren videosu var. Parayı bastırır, videoyu alır, kaseti koyar, seyreder. “SavaÅŸ ve Barış” okundu. Åžimdi bu baÅŸka bir tartışma oldu. O da ÅŸu tartışma: “Alfabe öldü mü ölmedi mi?” Tartışma burda. Yazı önemini kaybetti mi kaybetmedi mi? Çünkü belirli bir zamandan beri artık yazıya dayalı kültür önemini kaybediyor. “Bunun mikrofilmi var mı?” diye soruyorlar. O ne demek o? Yazınız yengen. Bu o demek.

YaÄŸmur: Bu yazının ikinci plana itildiÄŸinin bir göstergesi mi?
A. Ä°lhan: Evet. Birinci planda audio-visual dediÄŸimiz yeni teknik. O teknik ağır basıyor. Åžimdi bir plak getiriyorlar, veriyorlar sana. O plağı takıyorsun. Hem görüntü hem ses çıkıyor. Bir klasik eseri bir saat içinde hatmedip bitiriyorsun. Åžimdi öyle bir yere doÄŸru gidiyor. Ondan dolayı alfabenin tartışıldığı bir mesele bu. Ben bunu ilk defa 1970’lerde yazmıştım sanıyorum. Ve o zamanda ilk defa televizyonla ilgilenen Türk yazarı benim. Benden önce kimse televizyonla ilgilenmiyordu. Ben bu iÅŸe kalkıştığım zaman “Ya sen deli misin?” dediler. Bir yazarın ne iÅŸi var televizyonda. Dedim ki: “Niye öyle söylüyorsunuz? Bir müddet sonra hepimiz orada olacağız.” Ve öyle de oluyor. Öyle de oldu. Bir televizyonun yapabileceÄŸi etkiyi kitapla asla yapamazsınız. Åžimdi size komik bir ÅŸey söyleyeyim. Ben üç senedir TRT 2’de program yapıyorum. Belki biliyorsunuz. Salı akÅŸamları konuÅŸuyorum. Ve bu çok alaka görüyor. Mektuplar geliyor. Sokakta adamlar çeviriyor beni. Ben bundan memnunum. Bana söyledikleri bir laf var. Bugün konuÅŸtuÄŸumuz ÅŸeyleri çok güzel özetliyor. Bana diyorlar ki: “Attilâ Bey, neden bu söylediklerinizi yazmıyorsunuz?” Halbuki ben yazdıklarımı söylüyorum. Okumuyorlar. Oradan beni dinliyorlar. Ve “bunları yazsa çok iyi olur” diyor da okumuyor. Ben onları yazmışım zaten.

YaÄŸmur: Efendim, anlattıklarınızı özetlersek bugün televizyon, okumanın ve yazmanın karşısında bir tehlike olarak görülüyor. Bunun ortasını nasıl bulacağız? Televizyondan kopamayız. Okumadan, yazmadan da kopamayız. Bu tehlikeyi nasıl atlatacağız?
A. Ä°lhan: Bunun çaresi ÅŸu: Her yeni gelen teknik, kendinden öncekini geriye itiyor. Tiyatro geldi operayı geriye itti. Sinema geldi, tiyatroyu geriye itti. Televizyon geldi, sinemayı geriye itti. Fakat dikkat ederseniz hiçbiri kaybolmadı. Geriye itildiler ama, devam ediyorlar. Tiyatro da var, sinema da var. Hepsi devam ediyor. Åžimdi burada bütün mesele, yeni gelen teknikleri edebiyata intikal ettirebilmektir. Burada iki tez vardır. Bunlardan bir tanesi ÅŸudur: Sinema geldi. Sinema romandan neyi alıyor? Birisi diyor ki, “Sinema romandan konuyu ve tipleri alıyor. Ama üslubu alamıyor. Åžu halde, sinemadan sonraki edebiyat sadece üslup olmalıdır. Tiplere, konuya o kadar önem vermemeliyiz.” Bir tez budur. Öteki tez bunun aksi. O da diyor ki: “Sinema ne getiriyor? Sinemanın getirdiÄŸi ve halkı etkileyen tarafı ne? Hareket, görüntü ve gerilim. Roman bunu almalıdır.” diyor. O tam tersini söylüyor. Yani birincisi diyor ki: “Madem bu bizden tipleri alıyor, konuyu alıyor. Biz de konusuz, tipsiz, sadece, kelime ustalığına dayalı romanlar yazmalıyız.” Hayır, böyle bir ÅŸey olamaz.

Yağmur: Tasvir ağırlıklı mı?
A. Ä°lhan: Tasvir ağırlıklı da olabilir. Deneme gibi de olabilir. Öyle bir ÅŸeyler. Fransa’daki roman tipi tamamen bu teknik üzerinedir. Onlar bir ÅŸey anlatmazlar. Mesela ben çok iyi hatırlıyorum. “Åžey” adında bir kitap çıktı. Dörtyüz sayfa ÅŸey’i anlatıyor. Bitiriyorsun. Hala neyi anlattığının farkında deÄŸilsiniz? Ne anlattı bu adam. O ÅŸey ne imiÅŸ, belli deÄŸil. Durmadan anlatıyor. Dörtyüz sayfa. Åžimdi bir kısmı böyle bakıyorlar. Öteki kısım da: “Mademki sinema yeni bir ÅŸeyler getiriyor, televizyon daha yeni teknikler getiriyor. O zaman uygulanabildiÄŸi ölçüde bu teknikleri almalı ve uygulamalı.” diye düÅŸünüyorlar. Ben kendi hesabıma bu ikinciyi benimseyen bir yazarım. Bu da Avrupa’da baÅŸlamıştır. 1920’lerden itibaren baÅŸlamıştır. O zamanlarda bunları uygulamaya çalışan yazarlar olmuÅŸtur. Onlar asıl 30’lardan sonra çıkarlar. Bunlardan bir tanesi Hemingway’ dir.Hemingway’in kitaplarında sinema olayı çok güzel görülür. Bir tanesi de Andre Margo’dur. Onun kitaplarında da bu çok güzel görülür. Bir tanesi Ä°lya Erengof’tur. Onda da aynı güç hakimdir. Onları okuduÄŸunuz zaman bir film görür gibi olursunuz. Türkiye’de de ben, bu iÅŸe baÅŸladım. Ä°lk defa “Sokaktaki Adam” ÅŸimdi filmi yapılan. “Sokaktaki Adam”ın önsözüne yazmışım “Bu sinematografik bir romandır.” diye. O zaman, 50’lerde ve son derece kolay film oldu. O kadar ki çekenler dediler: “Zaman zaman senaryoyu bırakıp romandan çektik.” O kadar sinematik. Ben bu yolu daha akıllıca buluyorum. Çünkü öbür yol, kahramanları terketmek, olayı terketmek, iÅŸi sadece bir ÅŸeyi anlatmaya dökmektir. Bu, okuru soÄŸutuyor kitaptan. Yani okur bir ÅŸey anlatılsın istiyor, insanları görmek istiyor. Çünkü biliyorsunuz edebiyatın tarifi budur. Roman nedir? Roman, insanlar arasındaki ve insanların kendi kendileri ile olan iliÅŸkilerini estetik bir çerçeve içinde anlatan edebi eserdir. Åžimdi insanlar olmazsa, insanlar arası iliÅŸkiler olmazsa, insanın kendi kendisi ile iliÅŸkisi olmazsa, ortada sadece laf kalıyor. O da roman olmuyor. Roman olmayınca da okumuyor adam. Onu okutabilmek için bunları muhafaza edeceksin. Ama bu yeni tekniÄŸi de kullanacaksın. Çünkü benim bir düÅŸüncem vardır. Bunu ısrarla söylerim her zaman. Edebiyatta ve sanatta yenilik, tarifi bozarak olmaz. Tarifi bozunca o yenilik olmuyor, sakatlıyorsun. ÇocuÄŸun kolunu kesiyorsun. Bu yenilik deÄŸil. Bir tarif yapılmış orada. Onun unsurları var. O unsurlar onu roman yapıyor. Sen o unsurların birini çıkarıp “ÅŸimdi yenilik yaptık” diyorsun. Yok, sakatladın. O sakatlandı ve o ilgi görmez. BeÄŸenilmez. Ama ben bir roman yazıyorum. Diyelim ki, sinematografik oluyor, ilgi de görüyor. Onda aradıklarını da buluyorlar. Ve iÅŸte sinema gibi bir montaj taşıdığı için “Yahu, bu roman iyi okunuyor ha!” diyor. Bundan geliyor fark. Ama, sinemaya uyan bir roman. Emile Zola roman yazdığı Paris’te bir sarayı anlattığı zaman onbeÅŸ sayfa sürüyor. Giriyorsun, orda bahçe var… bahçenin yanında kapı, kapının üstünde ÅŸu var. Uzun uzun anlatıyor adam. Åžimdi sen onu okurken içini sıkıntılar basıyor. Neden bunu saklıyorsun? Sen görsel bir okursun. Yani sinema ve televizyon çağının okurusun. Böyle ÅŸeyler sana görüntü olarak önüne geliyor, üç saniyede, dört saniyede görüyorsun. Eyfel Kulesi’ni sana anlatmaya gerek yok! Ne olduÄŸunu biliyorsun. Sen Eyfel Kulesi’ni her dakika görüyorsun. Ama o zaman, Eyfel Kulesi’ni görebilmek için Paris’e gitmek lazımdı. Paris’e gitmeyenler bunu bilmiyorlardı. Onun için de adam sayfalarca anlatıyor. Altında ÅŸu var, onun üstünde bu, onun üstünde de o. Gözünde canlandırabilmek için bu gerekiyordu. Fakat ÅŸimdi sen Eyfel Kulesi’ni çok etkileyici, çarpıcı üç mısrayla, üç kelimeyle anlatıp geçebilirsin. O yine gözünün önüne gelir. O eski üsluplar, o eski edebiyatlar, o eski palavralar. Ne kadar çoktu. Åžimdi mesela, kız üzüldü diye kızın üzülme sahnesini anlatır. On sayfa kız üzülür. Ben YaÅŸar Kemal’i kızdırırım. “Bunu yazma!” derim. “Bir yaprak on sayfada yere düÅŸüyor YaÅŸar.” derim. Çok kızıyor. Bu teknik 19. yüzyıl tekniÄŸi.

Yağmur: Olay ağırlıklı romanlarda psikolojik tahlillere girmek biraz zor oluyor. Buna rağmen sizin anlatmış olduğunuz yeni tarz romanlarda bu tahliller nasıl yapılacak?
A. Ä°lhan: Yapılır. Onu ben yaparım. Mesela ben ÅŸöyle yapıyorum. BaÅŸkaları da öyle yapıyor. Dışardakiler de öyle yapıyorlar. Bütün mesele tasarrufla yapmaktır. Yani az kelimeyle az cümleyle. Åžöyle söyleyeyim. Adam yalnız. Kendisini çok yalnız hissediyor. Hava kötü, hava bozmuÅŸ, ortada, ne yapacağını bilmiyor. Åžimdi orada bu adamın yalnızlığını anlatmak için beÅŸ sayfa yazabilirsin. Ä°ÅŸte ÅŸunu da hatırladı, bu da oldu, bunu da hatırladı falan. Çok muhtemel ki bunu okumazlar, bugünkü ÅŸartlar altında. Yalnız ÅŸimdi burada ÅŸöyle bir özellik var. Aklıma geldi. Benim ÅŸiirlerimde vardır. Orada ben demiÅŸim ki, “Kesik bir kol gibi yalnızlık” Åžimdi “kesik bir kol gibi yalnızlık” dediÄŸin zaman, artık baÅŸka ikinci bir ÅŸeye lüzum yok ki.

YaÄŸmur: Kestirmeden, az ve öz bir ÅŸekilde ifade etmek, deÄŸil mi?
A. Ä°lhan: Evet, öyle. Evet, böyle halledeceÄŸim. Üç kelime, dört kelime. Sonra da öyle bir ÅŸekilde, öyle bir ifade ile vereceksin ki bunu, okur şıp diye alacak kafasına. BaÅŸka bir yerde ÅŸöyle bir ÅŸey söylemiÅŸtim: “Kadın o kadar farklı iki insan gibiydi ki, gözlerinden sanki bir baÅŸkası bakıyordu.” Bir cümle. Bir cümleyle oturtuyorsun. Bütün mesele bu kadar basit. Ama büyük bir ustalık istiyor. Büyük bir konsantrasyon ve iyi bir seçim istiyor. Herkesin anlayabileceÄŸi bir ÅŸey olmalı. Kimsenin anlayamayacağı bir ÅŸey saçmalarsan, o hiçbir iÅŸe yaramaz. Yani modern romanın getirdiÄŸi olay bu. Sinema ve televizyona karşı romanı böyle koruyabilirsin. Onun tekniÄŸini kullanacaksın ona karşı. Yani “ondan kaçıp da kendimi kurtarayım” dersen, seni okumazlar.

YaÄŸmur: Belki bunun bize, özlü ifade kullanmakta arayışa geçmek gibi bir yararı oluyor deÄŸil mi, efendim?
A. Ä°lhan: Gayet tabii, gayet tabii yararı var. Üslubumuza çekidüzen verme ve ifadelerimizi daha veciz bir hale getirmek gibi. Tabii, tabii. Allah rahmet eylesin Kemal Tahir aÄŸabey lafı biraz uzatır. Mesela iki kiÅŸi konuÅŸmaya baÅŸlar, yetmiÅŸ sayfa sürerdi. En ince yerine kadar o konuÅŸmayı yazardı. Åžimdi ona gerek yok. Okura lazım olan, konuya, atmosfere lazım olan en can alıcı dört beÅŸ konuÅŸmayı oraya koy, geç. Öbür türlü tadı kaçar. Eskiden bizim halkın arasında öyle bir üslup vardı. Åžimdi “anlatı” dedikleri ÅŸey. O zaman o roman olmaz. Bir anlatma olayı, roman deÄŸil. Roman kendi içinde bir sentez. Romanın kendine göre kuralları var. O kurallara göre yürümek zorundasın. Bu kurallar da zaman içinde deÄŸiÅŸiyor. Durmadan deÄŸiÅŸiyor. Åžimdi görsel roman dönemi. Åžu anda ben bunu Türkiye’de ısrarla yapmaya çalışan birisiyim. Benim romanlarımı dikkatle okuyan birisi gözünün önünde kahramanları, olayları, yerleri, her ÅŸeyi neredeyse üç boyutlu olarak görür; eÄŸer özel dikkat sarfederse…

YaÄŸmur: Bizlere verdiÄŸiniz bilgiler için teÅŸekkür ederiz efendim.
A. Ä°lhan: Ben teÅŸekkür ederim.

YAÄžMUR DERGÄ°SÄ°

 

 

Atilla Ä°lhan Ä°le Yapılan Son Röportaj

Attilâ Ä°lhan’la son söyleÅŸimizde, Amerika’nın politikası üzerine konuÅŸmuÅŸ ve Vietnam’da, Afganistan’da son olarak Irak’ta yaÅŸananlarla ilgili, “Onların bilmediÄŸi bir ÅŸey var; Biz Asyalılar ölmeyi de biliriz” demiÅŸti. Atatürk’ün Ä°slam’a ve türbana yaklaşımıyla ilgili de çocukluÄŸundan çarpıcı anılar anlatmıştı.

“KADINLAR ÖRTÜNÜRDÜ GAZÄ° SAÄžDI VE MÜDAHALE YOKTU”
Attilâ Ä°lhan’la iki kez röportaj yapma ÅŸansım oldu. Ä°lki 2003’ün Kasım ayındaydı. Åžiir üzerine konuÅŸmuÅŸtuk. Türkiye’de ÅŸiir kitaplarının neden satmadığını anlatmıştı: “Åžair yok ki satsın” demiÅŸ, “Ezberlenemeyen ÅŸiir okunmaz” diye de eklemiÅŸti. Kendi ÅŸiirlerinin neden bu kadar çok okunduÄŸunu ÅŸöyle açıklamıştı Ä°lhan: “Benim ÅŸiirimin sırrını yıllardır söylüyorum. Çünkü benim ÅŸiirim Türk’tür. O sesi hemen tanıyorlar. Benim ÅŸiirim divandan gelen sestir, halk ÅŸiirinden gelen sestir.”
Bir sonraki söyleÅŸimizse, 24 AÄŸustos’daydı. O gün, o sıralarda, Cumhuriyet’teki köÅŸesinde yazdığı Atatürk’ün dış politikası, Sovyet iliÅŸkilerini konuÅŸmuÅŸtuk. Biraz zayıflamıştı ama dinçti. BelleÄŸi ise her zamanki gibi pırıl pırıldı; tarihlerler, yer adlarıyla hiç durmadan, yaklaşık iki saat boyunca, ben sordum o anlattı. Bir yerden sonra sohbet bugüne dönmüÅŸ ve Attilâ Ä°lhan o kadar çok ÅŸey anlatmıştı ki, sonunda “Kızım bunları derginin neresine koyacaksın?” diye sormuÅŸtu. Kısmet bugüneymiÅŸ. Ä°ÅŸte o röportaj…
“O zaman Paris’teki, bizdeki Mao hareketinin başındakiler, hepsi dönek. Ä°ÅŸler baÅŸka türlü olur olmaz, öbür tarafa geçtiler. Demek ki bunlar sahibi komünist deÄŸillermiÅŸ. Bir kere o çıkıyor ortaya. Görevlerini bitirdiler, ÅŸimdi öbür tarafa gittiler, çünkü Türkiye’deki solcu tarihi içerisinde 60’tan sonraki kadar dönek yok. Bir kitap yazdım. Ä°smi Dönek Bereketi. Bütün bereketini orda gösterdi dönekler.
Yine jeopolitik bakarsan olaya, BirleÅŸik Amerika 60’lardan itibaren Sovyetleri ele geçirmiÅŸtir. Onlar Sovyetler kalsın demokrasi olsun istiyorlar. Zavallı Gorbaçov çok samimiydi, çünkü sosyalizmin temelinde diktatörlük yok. Proletarya diktatörlüÄŸü dedikleri ÅŸey Stalin’in temsil ettiÄŸinden baÅŸka bir ÅŸey. Stalin onu “biri parti kuracak herkesin canına okuyacak” diye telaffuz etti. Öyle anladık. Demokrasi olacak, tüm partiler kurulacak, seçime girecek olan sadece pusula partileri olmayacak. Çünkü onların ideal Fransız komünü. Fransız kömününde her parti var, her millet var. Ama bu Stalin’in iÅŸine gelmiyor, çünkü o zaman biliyor ki Rusya’da Komünist Partiler içinde, onun partisinden güçlü olanlar Sosyalist revolüsyonerler ve nitekim ilk seçimi onlar kazanmışlardır ve çok kızmış, “Rusya daha yeteri kadar geliÅŸmedi” demiÅŸ. Böyle baktığın zaman çok net görüyorsun. Rusya’da birkaç büyük alçak bulması gerekiyordu, buldu. Biri Yeltsin’dir. Böylece tehlike bölünmüÅŸ oldu ve birinci hedefe ulaşıldı. Fakat Amerikalıların bir özelliÄŸi var, -bunu her yer için kullanabilirim- bütün dünyayı kendileri gibi ahmak sanıyorlar. Halbuki öyle deÄŸil. Ruslar, on sene bile geçmedi, anladılar olayı, Yeltsin’i yolladılar, yerine taÅŸ gibi bir adam getirdiler (Vladimir Putin) ÅŸimdi adam toparlıyor ortalığı.

Amerika uzaktan öldürmeye çalışıyor
Amerika’nın bu konudaki yanılgılarının çok güzel örnekleri var. Biri Vietnam’dır. “Dağıtırım, yerim, uçururum” sanıyordu, kıçına baka baka gitti. Bugün de aynı ÅŸeyi Irak’ta yaşıyoruz. Bunun izahı ÅŸu: Asyalılarda ölebilme kabiliyeti var. Bunlarda (Amerikalılar) yok. Bizimkiler ölebiliyor. Rus olsun, Çinli olsun, Hintli olsun, Iraklı olsun, Türk olsun, giriyor ve feda edebiliyor kendisini. Bunlar usaktan nasıl öldürürüm diye arıyor. O zaman canına okular, rezil olursun.
Neticede, çevrecilik, cinsellik ve benzeri ÅŸeyler -ki ÅŸimdi Türk basını bunlarla dolu- aslında aydınların memleket meseleleri üzerine ciddi düÅŸünmesini engellemek için icat edilmiÅŸ yan etkili ÅŸeyler. Sen cinselliÄŸe düÅŸersen arkadaÅŸ, rejimi düÅŸünemezsin. Ä°ÅŸte görüyorsun, gazeteci kızlarımız ne haldeler. OÄŸlanlarımız hep öyleydi zaten. EÄŸer Türk basını dünya olaylarını Amerikan ajanslarından izlemeye devam ederse, daha çok çuvallarız. Onların hepsi yönlendirilmiÅŸ haberler. Benim söylediklerimi sen ÅŸimdiye kadar nerede okudun? Hiçbir yerde okumadın. O zaman ÅŸunu yapmak lazım. Türkiye’nin önce hedefinde bir mutabakat olması lazım.

Örtünmeye yasak yoktu
Bizim hedefimiz Avrupa BirliÄŸi’ne girip oraya esir olmak mı, yoksa Mustafa Kemal’in Türkiye’sini yüce bir devlet haline getirip güçlü kılmak mı? Biz buna yemin ettik. Üstelik bize emanet edilmiÅŸtir. Bunu sık sık söylüyorum. Mustafa Kemal PaÅŸa Cumhuriyet’i askere emanet etmemiÅŸtir, gençliÄŸe emanet etmiÅŸtir. Baktığın zaman görüyorsun. Malı götürüyorlar. Niye bizim çocukluÄŸumuzda bütün bu kavimler, bütün ırklar varken hepimiz can ciÄŸer kuzu sarması yetiÅŸtik. Hiç kimseyle meselemiz yoktu.
Mustafa Kemal PaÅŸa’nın hassas olduÄŸu bir noktayı da söyleyeyim. Mustafa Kemal PaÅŸa din aleyhtarı deÄŸildir. Mürteci diye bağırdıklarının dibini kurcalayın, hepsinin arkasından Ä°ngiltere çıkar. Ecnebiyle iÅŸbirliÄŸi yapanlara yükleniyordu. Mustafa Kemal PaÅŸa Müslüman’a bir ÅŸey demezdi. Sana örneÄŸi kendi hayatımdan vereceÄŸim. 1936 yılında ki Gazi saÄŸdı, babam Konya’nın Ilgın ilçesine kaymakam tayin edildi. O zamana kadar Ä°zmir’de avukatlık yapardı,ki biz tam manasıyla batılı büyüdük. Babam niye karar verdi bilmiyorum, -belki de biz adam olalım diye- biz evi barkı bıraktık Anadolu’ya gittik. Bu ÅŸok oldu benim için. Orada en çok ÅŸaÅŸtığımız ÅŸeylerden biri ÅŸuydu: KardeÅŸim 9 yaşında, ben 11 yaşındayım. Ilgın’da eve giderken, sokağın öbür ucundan bir hanım bizi gödü mü örtünürdü erkek geldi diye. Gazi saÄŸdı ve Cumhuriyet Halk Fırkası laikti ve en küçük bir müdahale yoktu. Biliyorum, çünkü biz babama bunu anlattık, “Onlar yapar” dedi. Kaymakam oydu. Böyle bir yasak olsa, diyebilir miydi öyle adam? Biz yüksel tahsil yapana kadar Anadolu’da böyle bir ÅŸey yoktu.
Türkiye Cumhuriyeti, 1937’ye kadar laik deÄŸildi. 1937’nin önemi ne? Gazi hasta.Dibini kurcalamaya baÅŸladığında pislik çıkıyor.

Gazi Ä°slam tarihi bilirdi
Gazi’nin söylediÄŸi Müslümanlık lafları var. Åžimdi Mustafa Kemal PaÅŸa bir fırka kurmaya karar veriyor. Diyor ki, “Fırkalar Garp medeniyetlerinde sınıf esası üzerine kurulurlar ve bu gayet tabii bir ÅŸeydir” Bu kadarı bile 141-142’ye aykırı. Devam ediyor: “Ama bizim memleketimizde bunu yapamayız, çünkü bizde sınıf yok. Zenginimiz de iÅŸçimiz de fakir.” Netice, halk kavramında mutabakat hasıl oluyor ve “Halk Fırkası diye bir ÅŸey yapalım” diyor. Tavsiye ettiÄŸi Halk Cephesi. Ondan sonra bir seyahate çıkıyor. Bazı yerlerde halkı camiye toplayıp konuÅŸuyor. Bir fırka kuracağını söylüyor, inanılmaz sorular soruyor. Hepsine teker teker cevap veriyor. En çok din üzerine sorular soruyorlar. VerdiÄŸi cevaplara inanamazsın. Bir kere Ä°slam tarihini çok iyi biliyor. Fevkalade saygılı bir dille cevap veriyor. Onların evetini aldıktan sonra partiyi kuruyor. Hatta bir hata yapıyor, hemen öteki partiler de olsun istiyor ama kurulan partiler gavurun oynattığı partiler oluyor. Buradan da baÅŸka bir ÅŸey çıkıyor: Batı’nın muhayyilesi yok. Sadece dini kullanalım, etnik ayrımcılığı kullanalım, bölelim. Saf. Hatta Amerikalılar için budala diyebilirim, çünkü Irak’ta kesinlikle böyle bir ÅŸey beklemiyorlardı.

Röportaj: Nuray Soysal
Tempo Dergisi
18 Ekim 2005 Sayı: 42/932

 

 

ATTÄ°LA Ä°LHANÂ’IN BÄ°LÄ°NMEYENLERÄ°..

Attila Ä°lhanÂ’la 2003 yılında yapılan bir röportaj büyük ustadan önemli ayrıntılar içeriyor.

Attila Ä°lhan’la 2003 yılında yaptığımız bu röportaj büyük ustanın çok az kiÅŸinin bildiÄŸi özel dünyasından ayrıntılar içeriyor. Çekingen, sevecen ve çocuksu kiÅŸiliÄŸiyle iÅŸte bir baÅŸka Attila ilhan portresi….

* İlk şiirinizi hatırlıyor musunuz?
Babam ÅŸiir yazardı hem de aruzla. Tam bir Divan ÅŸairiydi… Yenilikleri hiç ciddiye almaz, avam bulurdu. Annem Nedim’i ezbere bilirdi. Çünkü babam zifaf gecesi ona Nedim’i okumuÅŸ. Ä°lk ÅŸiirimi ilkokul 3’te yazmıştım: ilkbahar. Çiçekler, kelebekler kafiyesini hatırlıyorum sadece. Babama gösterdim ‘Böyle ÅŸiir olmaz’ dedi. BeÄŸenmezdi benim ÅŸiirlerimi.

* Üçüncü Åžansın Åžiiri’ni, Sisler Bulvarı’nı da mı?
Onları okumadı bile! Sadece Divan sesini kullandığım ÅŸiirlerimi okurdu. O da gizli gizli. O bana ben ona karışmazdık. Hapse girdim, mektepten kovuldum. Bana “Üzülme geçer” diye telgraf çekti. Çok az baba yapar bunu, o yüzden çok severim.

Nazım’ı taklit ettim

* Hiç babanızı taklit ettiniz mi?
Hayır. Sanırım buna kızıyordu o da. BaÅŸlarda halk ÅŸiiri yazdım. Sonra Anadolu’daki günlerimizde antolojiden Divan ÅŸiiri okudum. Aruza heves ettim, 200 gazel yazdım. Bir arada Nazım’ı taklit ettim. Ne kadar benzetirsem o kadar iyi olur sanıyordum. Böyle de 150 ÅŸiir yazdım. Sonra kendi sesimi buldum.

* Çok düzenli birisiniz. Her gün 10.00’da kafede olup, 12.00’de evinize gidiyorsunuz…
Küçük yaÅŸta harekete girdiÄŸimden. 16 yaşında hapse girdim ve TKP ile orada tanıştım. Orada öÄŸrendim düzenli olmayı öÄŸretti. Ben içki de içmedim. Sadece enfakrtüsten beri reçeteyle viski içiyorum. Cenabetin kokusunu da sevmem. Doktor ilaç diyor, bakalım! Sigara da kullanmam. Temiz çocuÄŸum. Fransa’da mecburen ÅŸarap içtim. Talebe lokantasında bile sürahiyle ÅŸarap veriyorlar. “Su yok mu?” diye sordum, “Fransa’da suyu inekler içer!” demiÅŸlerdi. Biz de içtik ama 10 gün oteli bulamadım.

* Çok yakışıklıydınız. Hayranlarınız var mıydı?
Yakışıklı bulunmazdım. Çünkü o dönemde genç kızlarımız Holywood tipi erkeklerinin etkisindeydi. Fransa’da beni Alain Delon’a benzetirlerdi. Bizde pek makbul deÄŸildi.

* Hiç “Benim için bir ÅŸiir yaz” diyen kadın olmadı mı?
Olmaz mı, hele ÅŸöhret olunca daha da arttı. Ama ÅŸiir öyle yazılmaz.. Zaten ÅŸiir yazdığım kızların çoÄŸu imkansız aÅŸklardı. Yarıda kalmış… Ama adama biraz sürtünürsem belki beni de yazar ÅŸöhret olurum, diyenlere yazılmıyor. Ne ya ben reklam spotu muyum!

Vatan

Kaynak: HABER3

 

Attila Ä°lhan’la Cafer Vayni’nin röportajı

Attilâ Ä°lhan Türk düÅŸünce ve sanat hayatının çok önemli simâlarından birisi olup toplumumuzda büyük bir etki gücüne sahip olmuÅŸtur. DeÄŸerli arkadaşımız, sosyolog Cafer Vayni, Attilâ Ä°lhan ile 12 AÄŸustos 1997 tarihinde yaptığı ve bugüne kadar hiçbir yerde yayımlatmadığı röportajı Sanatalemi.Net okuyucuları için hazırladı ve bize gönderdi. Fikir, siyaset, sanat, edebiyat ve basın dünyamıza yeni açılımlar getireceÄŸini umduÄŸumuz röportajı sevinçle yayımlıyoruz. Ä°nanıyoruz ki bu röportajı okuyanlar, Attilâ Ä°lhan’ı daha iyi ve yakından tanıyacak, hakkında daha isabetli hükümler verecek ve düÅŸünceleriyle ilgili olarak daha doÄŸru deÄŸerlendirmeler yapacaklardır.

 

ATTÄ°LÂ Ä°LHAN’LA ZAMAN Ä°ÇÄ°NDE BÄ°R YOLCULUK
CAFER VAYNÄ°
(SOSYOLOG)

TAKDÄ°M:
Attilâ Ä°lhan Türk düÅŸünce hayatının en önemli ÅŸahsiyetlerinden biriydi. Vefatıyla birlikte oluÅŸacak boÅŸluÄŸun hiçbir biçimde doldurulacağını tahmin etmiyorum. KuÅŸkusuz, Türk düÅŸünce hayatı hep var olacaktır ama burada Attilâ Ä°lhan gibi çok yönlü bir entelektüel hiçbir zaman olmayacaktır.

Benim kendisiyle hukukum o sıralar Ä°stanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde hazırladığım yüksek lisans tezimden dolayı baÅŸladı. Tez olarak Gerçek gazetesini ve dolayısıyla Türkiye Sosyalist Partisini çalışıyordum. Daha somut bir ifade ile 1945–1950 arası sol düÅŸünce tez konumdu. Bu noktada bütün irtibat kaynaklarım beni Attilâ Ä°lhan’a yönlendiriyordu. BaÅŸta Metin Erksan olmak üzere, Orhan ve Adil Müstecabi, Ali Gevgilili, Ümit Meriç gibi hocalarımız onunla konuÅŸmam gerektiÄŸini söylüyorlardı. Ama nasıl görüÅŸecektim..!

Çünkü kendimi olaya hazırlamak için yer yer konuyu bazı gazeteci, yazar ve akademisyen genç arkadaÅŸlara açtığımda tamamıyla ön yargılı bir biçimde “Attilâ Ä°lhan’ın benimle görüÅŸmeyeceÄŸini” söylüyorlardı. Bu karmaşık düÅŸüncelerle ve daha çok ta Metin Erksan’ın “CaferciÄŸim benim gönderdiÄŸimi söyle, beni söylersen seninle görüÅŸür.” sözünün verdiÄŸi güvenle onu aradım. Tele sekreteri çıktı. Mesajımı bıraktım. Ve ÅŸunu düÅŸünmeye baÅŸladım. OkuduÄŸum ve dinlediÄŸim kadarıyla Attilâ Ä°lhan ciddi bir adamdı. Ciddi adamlar ciddi konularla karşılarına çıkıldığında bunu mutlaka önemserlerdi. Nitekim öyle oldu.

Bir akÅŸam evde otururken telefonum çaldı. Ahizeyi kaldırdım ve “efendim” dedim. Telefonun diÄŸer ucundaki ÅŸahıs; “Cafer Bey’le mi görüÅŸüyorum efendim” deyince ben kimin aradığını sordum. Attilâ Ä°lhan olduÄŸunu söyleyince evde yalnız olmama raÄŸmen bir generalin karşısında esas duruÅŸa geçen erat gibi hal aldığımı hep hatırlarım. O anda devamlı tebessüm halindeki yüzü, akustik ve didaktik ses tonu evin her tarafına sinmiÅŸti sanki…

Ona ana hatlarıyla konumu ve açmazlarımı anlattm Atillâ Ä°lhan beni dinledikten sonra tezde iyi yol aldığımı ve kendisinin de bana yardımcı olacağını, hazır olduÄŸum zamanda görüÅŸmek için telefonla irtibata geçmemi söyledi.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra kendisini tekrar aradım. Konuyu söyledim. Ben o sıralar Bilecik’te bulunduÄŸumdan dolayı görüÅŸme zamanını da benim görüÅŸlerim doÄŸrultusunda belirledi. 12 AÄŸustos 1997 Cumartesi günü devamlı görüÅŸmelerini yaptığı Taksim’deki, The Marmara Oteli’nin alt katında bulunan Divan Pastanesi’nde Saat 10.30’da buluÅŸmayı kararlaÅŸtırdık. Ona, bana ne kadar zaman ayırabileceklerini sorduÄŸumda -ki ona göre hazırlıklarımı yapacaktım- bir buçuk saat olarak belirledi.
12 AÄŸustos 1997’de tam saat 10.30’da Divan Pastanesi’nde idim. Attilâ Ä°lhan benden önce gelmiÅŸti. Ya da daha önce baÅŸka görüÅŸmeleri vardı. Oturdum. HoÅŸ-beÅŸten sonra konuya girdim ve soruları kendisine uzattım. Soruları okudu ve önemsedi. Tam bir buçuk saat sonra 12.00’de söze noktayı koydu. Bu çalışmamız o günkü sohbetimizin deÅŸifre edilmiÅŸ halidir.

Kendisiyle ilgili ilk deÄŸerlendirmem zamanı fevkalade mükemmel kullandığıdır. Daha sonra televizyon programlarında da onun konuÅŸmalarına bu açıdan baktım. Ne olursa olsun tanıdığım insanların içinde zamanı en iyi kullanan kiÅŸinin Attilâ Ä°lhan olduÄŸu kanaatine vardım.

Onda ikinci yakaladığım husus ise geçmiÅŸteki dostluklarına hep sadık kalma düÅŸüncesi idi. Beni bu açıdan önemsemiÅŸti. Çünkü benim tezimde hayatındaki ilk ciddi basın tecrübesi olan Gerçek gazetesi, propagandisti olduÄŸu Türkiye Sosyalist Partisi, Çok sevdiÄŸi ve saydığı ve hayatları da fevkalade dramatik bir biçimde sonlanan dostları Hasan TANRIKUT ve Esat Adil MÜSTECABÄ° vardı. Kendisinin de aktif rol almaya baÅŸladığı dönemle ilgili (1945–1950 arası) tarihe not düÅŸürme çabası kanaatimce onu da heyecanlandırmıştı. Bu nedenle hep onun bizi götürdüÄŸü yere, yani “zaman içinde yolculuÄŸa” bu defa gitmesine ben vesile oldum. Bu yolculuÄŸu da ilk defa kamuoyu ile ÅŸimdi paylaşıyorum.

Onunla daha sonra da birkaç defa görüÅŸtüm. Sonuncusu iki yıl evvel TÜYAP kitap fuarındaydı. Bu sohbetimizde de yer yer deÄŸindiÄŸimiz “Saadet Hepimize Mahsustur” isimli yayınlanan ilk romanının kendisinde de bulunmadığını Milli EÄŸitim Bakanlığı’nın dergilerinden birisinde ifade ediyordu. Bir kaç eksikle bu roman bende vardı. Kendisine bunu söylediÄŸim zaman, daha da dikkatle bana yöneldi ve getirmemi rica etti. Ben de söz vermeme raÄŸmen hâlâ ona “Saadet Hepimize Mahsustur”unu iade edemedim. Ne bileyim, bedeninin cansızlaÅŸacağını belki de hiç düÅŸünmemiÅŸtim.
Ruhu ÅŸad olsun…

CAFER VAYNÄ°: Sohbetimize ilk önce sizin de aktif olarak içinde bulunduÄŸunuz Gerçek gazetesi ile baÅŸlamak istiyorum. Gazete de N. A., Partizan çok deÄŸiÅŸik imzalar/müstearlar var. Bunları tanır mıydınız? Gazete ile ilgili bilgiler verebilir misiniz?

ATTÄ°L İLHAN: Partizan imzasıyla Asım’ın (Bezirci) yazıları yayınlanırdı. Müstearlar kimlerdi hatırlayamıyorum. Emin Tanrıkut, Hasan’ın (Tanrıkut) müstearıydı sanıyorum. Enver Ebci terzidir. Ä°ÅŸçi partisine geldi. Çok iyi çalıştı. Gerçek Gazetesinin de iÅŸçi ve sendika muhabiri oldu. Gerçek macerasından sonra partide kaldı. Sonra da çok uzun yıllar Babı Ali’ de sendika muhabiri olarak çalıştı. Ä°ÅŸçi çevresi Enver Ebci’yi tanır. ReÅŸit MentÅŸoÄŸlu gazetenin sahibi. Åžükrü Kaya sendikacıydı.
Gerçek gazetesi son derece zor ÅŸartlar altında çıkan bir gazeteydi. Gazetenin mali külfetini ReÅŸit Bey’le, (MenteÅŸoÄŸlu- Cemil MERÄ°Ç’in kayın biraderi) Esat Adil Bey yüklenmiÅŸti. ReÅŸit Bey daha fazlasını veriyordu. Çünkü Cadde Bostan plajının iÅŸletmecisiydi. EÅŸi de Sovyetler BirliÄŸi’nden aldığı bir kadındı herhalde. Ama tabi çok emin deÄŸilim. Biraz flu orası. Yalnız ReÅŸit Bey’i çok iyi hatırlıyorum. Çok derli toplu bir adamdı. Sessizdi. Sadece Esat Bey’le konuÅŸurdu. ReÅŸit bey’i yönlendiren aslında, Esat Bey’di. Esat Bey aynı zamanda Türkiye Sosyalist Partisi’nin de başındaydı. Esat Bey’in yanı başında olan ve partide de onun arkasında olan Mustafa Börklüce idi. Mustafa Börklüce’nin Türkiye Komünist Hareketi içindeki ismi Sarı Mustafa’dır. Sarı Mustafa Türkiye Komünist Fırkası, Mustafa Suphi tarafından Rusya’da kurulurken onun yanında olan adamlardandır. Benim, O Karanlıkta Biz romanımı okursan orada onun ve partinin kuruluÅŸu hakkında daha çok bilgi var. O roman aslında TKP’nin kuruluÅŸunun hikâyesidir. O romanda, bu yeraltı dönemiyle ilgili hayli bilgi var.

Sarı Mustafa TKP’nin Kutuv’da (SSCB)de iÅŸçi Üniversitesinde eÄŸitim görmüÅŸ militanlarındandı. Ä°yi de Rusça bilirdi. Çünkü Sovyetlerde esir Osmanlı askeri olarak bulunurken Mustafa Suphi’ye iltihak etmiÅŸtir. Bu bakımdan sosyalizm hakkında
enteresan fikirleri olan bir adamdır. Esat Adil’in her zaman yanı başındaydı. Esat da onu ölünceye kadar himaye etmiÅŸtir. Çünkü Sarı Mustafa’nın bir iÅŸi yoktu. Hiç bir iÅŸ yapmazdı. O, solcuydu sadece.

Gazetede Sadık Alboran’da çalışırdı. Yanılmıyorsam Kanlıca’daydı. Kanlıca’dan gelirdi. Kanlıcada Alboran Restoran (ÅŸimdi) diye bir yer var. Belki, o restorandan onun izi izlenebilir. Sadık bey gazetenin ve partinin çalışanlarından birisiydi.

Orhan MüstecaplıoÄŸlu vardı. SaÄŸdır sanıyorum. Babıâli’de çalışıyordu. Esat Adil’in akrabasıydı. Daha çok grafik iÅŸlerini yapmakla görevliydi.

Bunlar parti adına gazeteyi çıkarmaya karar vermiÅŸler. Ben o sırada Avrupa’deki maceranın birinci safhasından Türkiye’ye dönmüÅŸ durumdaydım. Barışsever hareketi davası içerisindeydik. Babam o sıralar yanlış hatırlamıyorsam Burhaniye (Balıkesir) ilçesinde kaymakamdı. Ben bir süre Burhaniye’ye gittim. Burhaniye’de iken Barışsever hareketini tevkif ettiler, kapattılar. Birçokları tevkif edildiler. Ben kıl payı kurtuldum. Çünkü harekete girmek üzereydim. Burhaniye beni kurtardı. Ä°stanbul’a dönüp geldikten sonra bir gün Pangaltı’daki Suna pastanesinde oturuyordum, Hasan Tanrıkut geldi. Bana, Gerçek’i çıkaracaklarını ve adama ihtiyacı olduklarını söyledi ve beni de oraya çağırdı. Ben de kalktım Hasan’la beraber gazeteye gittim. Gazete Vakit Yurdu’ndan çıkıyordu. Gazete için iki oda ve bir salon vermiÅŸlerdi. Ben gittim, orayı gördüm. Çok harap eski bir binaydı. Ve o küçük odada ilk defa Hasan Tanrıkut beni böyle benim gibi gazetede çalışmaya baÅŸlamak için gelmiÅŸ olan Asım Bezirci ile tanıştırdı. Asım’la orada tanıştım (1950’nin sonbaharı) Esat Bey’i zaten tanıyordum. Çünkü onlarla benim iliÅŸkim bu olaydan önce baÅŸlamıştır.

MeÅŸhur Tan olayı var. Tan olayından önce Türkiye’de hafif bir sola açılış hareketi baÅŸlamıştı. Bu hareket baÅŸladığı zaman Tan’ın yanında bir gazete daha çıktı: Yeni Dünya. Sabahattin Ali bu gazetenin gerisinde olanlardan birisiydi. O sıralarda Gün dergisi çıkıyordu. Ben Gün dergisine ÅŸiir göndermiÅŸtim. Benim gönderdiÄŸim ÅŸiir dergide
çıkmıştı. MeÄŸerse Gün dergisinin yazı iÅŸlerine Hasan Tanrıkut bakıyormuÅŸ. Åžiiri de o yayınlamış. Böylelikle aramızda bir ülfet doÄŸmuÅŸtu. Yani onlarla benim bir yakınlığım vardır.

Bilahare Gün dergisinde benim pek çok ÅŸiirim çıktı. Çünkü 4 Aralık olayından sonra bütün solcu neÅŸriyat sustu. Herkes içeriye atılmıştı. Fakat aradan 4–5 ay geçtikten sonra -Esat Adil çok gözü kara bir adamdı- Gün dergisini yeniden çıkardılar ve o Gün dergisinde de ben yazdım. Çıktığı sürece.

Ä°smet PaÅŸa’nın diktatörlüÄŸü zamanında Türkiye’de sınıf esası üzerine neÅŸriyat yapmak suçtu. 1946 yılında harp bitip de bizimkiler Batı ile beraber olmaya baÅŸlayınca demokrat olmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü Avrupa’ da faÅŸist olarak Ä°spanya, Portekiz ve Türkiye kalmıştı. Türkiye’yi Amerikalılar Atlantik Paktı’na almıyorlardı. Hâlbuki biz Ruslardan korktuÄŸumuz için girmek istiyorduk oraya. Bunu saÄŸlamak amacıyla sınıf esasına göre dermek kurulması izni çıktı. Bu izin çıkınca sendika ve sosyalist parti kurma imkânı da belirdi. O sıralarda Tan gazetesi demokratik bir neÅŸriyat yapıyordu. Tan gazetesinin neÅŸriyatını yapanların arasında Esat Bey’de vardı. Tan gazetesi o zaman bütün sosyalist sol’un birleÅŸtiÄŸi gazeteydi. Tan hareketi büyümeye baÅŸlayınca onun yanında Yeni Dünya da çıktı. Yeni Dünya Mustafa Suphi Bey’in Sovyetler BirliÄŸinde çıkardığı gazetenin adıdır. Fakat bunlara fırsat vermedi CHP. Ama kanun yürürlükte. Kanun kalkmamış, Esat Bey de avukat olduÄŸu için cesur bir adamdı. Bir kaç ay sonra Gün’ü tekrar çıkardı. Bir ÅŸey yapamıyorlar Gün’e. Çünkü kanun müsaade ediyor. Bu yüzden Gün’de neÅŸriyat yaptık biz uzun süre. Gün çok uzun
süre çıkmıştı. Gerçek gibi kısa çıkmamıştı. Yani Gün aÅŸağı yukarı 3–4 sene çıkan bir dergidir. Ve Gerçek’in siyasi platformu aslında Gün’de oluÅŸtu. Gün dergisi aynı
zamanda TSP’nin de fikir platformunu oluÅŸturmuÅŸtur. Onun için Gün önemli bir dergidir.

Ä°ÅŸte, beni Hasan alıp, Babıâli’ye götürüp orada Esat Bey’le karşılaÅŸtırınca, Esat Bey bana; “Attilâ bize yardım et, bizim çok adama ihtiyacımız var çünkü Gerçek gazetesini günlük çıkaracağız, bunu tutturacağımıza inanıyorum.” dedi. O zamanki aklıma raÄŸmen -ki Fransa’dan henüz yeni gelmiÅŸtim- gazetenin ÅŸartlarını iyi görmedim. Para yok, insan yok, risk çok ama buna raÄŸmen “peki” dedim. Bunun üzerine bir iÅŸ bölümü yapıldı. Herkese bir görev verildi. Ben yazı iÅŸlerinde görev aldım. Ben ve Asım yazı iÅŸlerinde çalışmaya baÅŸladık. Mahmut Erhan gibi hatırladığım bir adamdı yazı iÅŸleri müdürü. Mahmut Erhan sosyalist hareketten biri deÄŸildi. O profesyonel gazeteciydi. Gazeteci biri lâzımdı, yazı iÅŸlerini yönetecek diye. Herhalde iÅŸsizdi o sırada. O alınmıştı. O, yazı iÅŸleri müdürü olarak görünüyordu. Biz Asım’la birlikte gazetenin hemen hemen her iÅŸine koÅŸturan kiÅŸiler halindeydik. Hasan Tanrıkut gazetede çalışıyordu. Bunun dışında Sadık Alboran yazılar verirdi, gelir-giderdi. Enver EbcioÄŸlu geldi sonradan. Orhan MüstecaplıoÄŸlu grafikler ve resimler için gazeteye geldi. Bunlar esas kadroyu oluÅŸturuyorlardı diyebilirim. Bunların dışında da fazla bir adamımız yoktu. Onun için çok deÄŸiÅŸik imzalar kullanılıyordu. Hep aynı imzalar görülmesin diye.

CAFER VAYNÄ°: Gazetede neÅŸredilen Kadife Eldiven isimli roman bir zabıta romanı. Siyasi ve fikri bir gazetede böyle bir romana neden yer veriliyor?

ATTÄ°L İLHAN: Kadife Eldiven isimli zabıta romanı… O dönemde Tan gazetesi de böyle ÅŸeyler yayınlardı. Yani, okur böyle ÅŸeyleri sevdiÄŸi için gündelik gazeteler mutlaka böyle ÅŸeyler koyarlardı. Biz de o vesileyle koyduk. Bir de edebî roman gerekiyordu. Edebî roman o
sıralar kimsenin elinde bulunmuyordu. Yani birçoklarına soruldu. Yoktu. Benim elimde bir roman vardı. Fakat ben de söylemeye utanıyordum. Ben daha çok gencim o zamanlar. Esat Bey bana sonra dedi ki: “Sende roman yazıyorsun, biliyorum. Sende roman yok mu?” dedi. Ben de: “Saadet Hepimize Mahsustur diye bir romanım var, ben bunu bir hayli yazdım, fakat henüz bitmedi.” dedim. “Biz baÅŸlarız. Nasıl olsa günde ikiÅŸer sayfa roman verilecek. Sen o zamana kadar bitirirsin.” dedi ve paldır-küldür benim roman baÅŸladı orada tefrika edilmeye. O roman öyle koymuÅŸ olduk.

CAFER VAYNÄ°: Ä°mzasız köÅŸeleri kimler hazırlıyordu?

ATTÄ°L İLHAN: Ä°mzasız köÅŸeleri söylediÄŸim kiÅŸiler hazırlıyordu.

CAFER VAYNİ: Gazetede yayımlanan ve mahkeme konusu olan yazılar da vardı sanırım. Bunlardan bahsedebilir misiniz?

ATTÄ°L İLHAN: Mahkeme konusu olan yazıları benim ÅŸimdi hatırlamam mümkün deÄŸil. Ben yalnız kendiminkini hatırlayabilirim. Benim üç yazım mahkeme konusu oldu. Bunlar da çeviriydi. Yani teliflerimden beni kıstıramadılar. Ben yırttım. Fakat çevirilerden yakaladılar. MareÅŸal Tito’nun bir yazısını çevirmiÅŸtim. (Gazetede çevirilerle bir kere ben uÄŸraşıyordum. Fransızca’dan olanları ben yapmaya çalışıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam Hasan Tanrıkut Ä°ngilizce’den yapmıştı. Asım’ın da biraz Fransızca’sı vardı. O da çat pat bir ÅŸeyler yapmıştı. Onun dışında fazla bir ÅŸey yoktu: Dışardan bize bir ÅŸey verilirse onları koyardık..) Ondan mahkemeye verildim ve beraat ettim. Asıl mahkemeye verilen ve yazıları suç olduÄŸu düÅŸünülen Asım Bezirci idi. Yani, Gerçek neÅŸriyatının yükünü Asım çekmiÅŸtir. Nitekim gazete belli bir mesafe kat edinceye kadar savcılık bize hiç ses çıkarmadı. Biz ÅŸaşıyorduk buna. Fakat birdenbire günün birinde baÅŸladı celpnameler yaÄŸmaya. Hepimize geldi. En çokta Asım’a. Asım’ı ben o zamanlar çok uyarıyordum. “Asım sen çok heyecanlısın kendini kontrol edemiyorsun. Bunlar başına iÅŸ açacak senin.” diye. Takma isimle yazıyordu. Toplumcu diye. (Onda dosyalar olması lâzım. Onu Refika’ dan (karısından) bulacaksın. Onun bütün evrakı karısına intikal etti çünkü o da onu bir yayınevine verdi sanıyorum.) Neticede, bir gün Asım ilk sorguya gitti ve inanılmaz bir ÅŸey oldu. Asım’ı hemen tutukladılar. Bu bir nevi iÅŸaret oldu bize. Yani, başımıza iÅŸ gelecek diye.

CAFER VAYNİ: Gazete etkili miydi? Satış durumu nasıldı?

ATTÄ°L İLHAN: Gazete 20.000 basarak baÅŸladı. Normal dağıtımla dağıtılıyordu. Ä°stanbul’da bir engele rastlamadık. Fakat Anadolu’ da rastladık. Gerçek basılıp Anadolu’ya gönderildiÄŸi zaman, Anadolu’da mahalli mülki amirler baskı yapıyorlardı satıcılara. Satılmasını önlemeye çalışıyorlardı. Yani, üzerinde bir baskı vardı gazetenin. Fakat biraz bu
baskıdan biraz da daha henüz Türkiye’de sosyalist gazeteyi tek başına yaÅŸatacak kadar bir sosyalist okur potansiyeli olmadığından satış iyi deÄŸildi. Çok kötüydü diyebilirim. Hatta ilk haftanın sonunda gelen iade paketlerini görüne Asım’la biz çok demoralize
olmuÅŸtuk. Çok asabımız bozulmuÅŸtu. Yani almıyorlar gibi geldi bize. Acaba boÅŸa mı
kürek çekiyoruz hissine bile kapıldık. Ama ReÅŸit Bey gık demiyordu. Parayı bastırıyordu. Esat Bey direniyordu. EÄŸer son olaylar, yani tevkifat baÅŸlamasaydı gazete çıkacaktı. Her ÅŸeye raÄŸmen gazete sürecekti. Fakat sonra baÅŸka sebeplerden kapattık. Onu da anlatırım yeri gelince. Anadolu’da engelleme, satış noktalarına yapılıyordu.
Fakat satış çok deÄŸildi. O zaman 20.000 satan gazete az sayılmaz. Çünkü çok satan Cumhuriyet 60–70 bin falandı. Birçok yerlere gittiÄŸini, gelen mektuplardan hatırlıyorum. Gidiyordu, Fakat etkili olamadı. Bunu söylemem gerekiyor, dürüstlük icabı. Ayrıca muhtemelen de zarar ediyordu.

CAFER VAYNÄ°: Gazetede çalışanlardan maaÅŸ alan var/mıydı? Varsa kimlerdi?

ATTÄ°L İLHAN: Yazı iÅŸleri müdürü Mahmut Erhan maaÅŸ alıyordu. Onun dışında biz mukaveleli çalışmıyorduk. Ama Esat Bey haftada 10 lira verirdi bize. Bana ve Asım’a. Hasan ne alırdı bilmiyorum. 10’ar lira bize çok büyük para görünürdü. Yani maaÅŸ vermeye çalışıyorlardı.

CAFER VAYNÄ°: Ä°ÅŸbölümü var mıydı?

ATTÄ°L İLHAN: Gazete de her gece birimiz nöbet tutardık. Çünkü o zaman gazeteler çok geç basılırdı. Åžimdiki gibi deÄŸildi. Rotatif (makine) saat ikiye doÄŸru dönerdi. Onun için mutlaka gece bültenlerinden son haberleri alacak birisinin nöbetçi kalması gerekiyordu. Gazetede, kâğıtların üstünde uyuyarak sabahlardık. Böyle bir iÅŸbölümü vardı.

CAFER VAYNÄ°: Gerçek gazetesinin Türk basın ve fikir tarihindeki yerinden biraz bahseder misiniz?

ATTÄ°LA Ä°LHAN: Gerçek’in Türk basın tarihinde yeri çok önemlidir. O zamanlar çıkan Tan, Yeni Dünya, Gün, Gerçek, Yığın, Sendika gibi gazete ve dergiler Türkiye’de Ä°smet PaÅŸa döneminin sonlarında, yani faÅŸizan dönemin sonlarında sosyalist solun bayrakları
olmuÅŸlardır. Ve çok riskleri göze alarak çıkmışlardır Bu iÅŸlere girenlerin başı da beladan kurtulmamıştır. Ama çok önemli fonksiyonları vardır.

CAFER VAYNÄ°: Dünyayı nasıl algılıyordu? Yabancı yazılar nasıl temin ediliyordu?

ATTÄ°L İLHAN: Yabancı yazıların bir kısmını ben temin ediyordum. Fransa’daki arkadaÅŸlarımdan. Bir de sosyalist dünyanın Türkiye’deki basın ataÅŸeleri böyle bir sosyalist gazete çıkınca çok heyecanlandılar. Onlar bize bir sürü bülten gönderiyorlardı. Sovyetler, Yugoslavya gibi ülkeler. Onların içinden seçim yapıyorduk. Çok açık propaganda olanları yayınlamıyorduk. Derli toplu yazıları oralardan bulup yayınlıyorduk. Bir de Hasan’da ve bende daha önceki yıllardan kalma birikim vardı. Yabancı gazete ve dergiler. Oradan yazıyorduk.

CAFER VAYNİ: Peki, neden kapandı?

ATTÄ°L İLHAN: Neden kapandı? Kapanma meselesine geldik. Åžöyle oldu kapanma iÅŸi. Gazete zarar ediyordu ve aslında bu yük doÄŸrudan doÄŸruya ReÅŸit Bey’in üstüne biniyordu.
Fakat çok derli toplu bir adam olan ReÅŸit Bey (MenteÅŸoÄŸlu), bunu mesele etmiyordu. Hele bizim yanımızda asla konuÅŸmuyordu. Fakat tevkifat baÅŸlayınca, yani Asım tevkif edilince ortaya ÅŸöyle bir ÅŸey çıktı. Asım bir yazısından dolayı mahkemeye celb edilmiÅŸ birisiydi ve daha ilk sorgusundan soma tevkif edildi. Ondan soma yine bir takım kiÅŸiler var, hepsi sorguya gidecekler. Ufukta ÅŸunu gördük. Orada mahkemeye verilenlerin hepsi aslında Türkiye Sosyalist Partisi’nin çeÅŸitli kademelerinde görevli kiÅŸiler. Yani, Menderes hükümeti partiyi hedef alıyor. Fakat partiyi doÄŸrudan doÄŸruya kapatmaya kalkışamayacağı için-çünkü henüz büyük demokrasi vaatleriyle gelmiÅŸler, geldikten birkaç ay önce bir parti kapatılırsa, millet ne diyecek bunu göze alamadıkları için- gazeteden yararlanarak, gazetedeki neÅŸriyatla partinin önde gelen kiÅŸilerini içeri atacak. Bunları içeri atınca, parti kendiliÄŸinden balon gibi sönecek. Böyle bir strateji takip ettiklerine karar verdik. O toplantıyı çok iyi hatırlıyorum. Hasan Tanrıkut yoktu. Çünkü Hasan, ya hastalanmıştı ya da çekilmiÅŸti o sıralar. Sarı Mustafa, ReÅŸit Bey, Asım Bey ve zannedersem Salih Bey de vardı. Ve tartışıldı. Her ÅŸeye raÄŸmen Esat Bey biz bunu göze alabiliriz, devam edelim diyordu. Buna karşın ReÅŸit Bey, Sarı Mustafa ve ben partiyi kurtarmak için gazeteyi feda etmek mümkün diye düÅŸündük. Çünkü gazete çok büyük mali yüktü. Sonunda ReÅŸit Bey’i ve Esat Bey’i de batıracaktı, böyle giderse. Hâlbuki gazeteden vazgeçip partiye ağırlık verilirse parti kurtulacaktı. Gazeteyi bırakırsak, Gün’e devam edecektik. Çünkü Gün partinin organı olarak çıkabiliyordu. Böyle bir karar verildi. Ondan sonra gazeteyi kapattık. Yani, gazete partiyi kurtarmak için kapatıldı. Nitekim ondan sonra parti kaç sene yaÅŸadı. Sonra yine kapattılar, Samet AÄŸaoÄŸlu’nun provokasyonuyla.

CAFER VAYNÄ°: Åžimdi TSP’ye yönelmek istiyorum. Sizin Türkiye Sosyalist Partisi’ndeki göreviniz neydi?

ATTÄ°LA Ä°LHAN: Benim TSP’ de ki konumum ÅŸuydu. Partinin üyesi ve vilayet komitesinde görevliydim. Çünkü sosyalist hareket içerisinde benim uzmanlık dalım, ajitasyon ve propagandadır. O konuda uzmandım ben.

CAFER VAYNÄ°: TSP’nin Türk siyasi tarihinde nasıl bir yeri vardır?

ATTÄ°L İLHAN: TSP’nin Türk siyasi tarihindeki yerini sana anlatabilmem olacak mı? Bilemiyorum. Çünkü önemli. Mutlaka O Karanlıkta Biz’i okuman gerekiyor bu ÅŸartlar altında. Çünkü Türkiye’de ki komünist hareketle çok yakından ilgisi var. Türkiye’de
sosyalist adıyla çıkan partilerin hepsi komünist partilerdir. Türkiye’de sosyalizm yoktur. Türkiye’de komünizm vardır. Fakat komünizm lanetlendiÄŸi için Türkiye’de hiçbir parti
kendine komünist diyemiyordu. Komünist partisi illegalde var sayılıyordu. Komünist Partisi’nin 1920’lerden beri gelen bir kadrosu vardı ve bunların en başında da Dr. Åžefik Hüsnü DEMYER geliyordu.

1946’da sınıf esası üzerine parti ve sendika kurmak serbest olunca iddiaya göre Åžefik Bey üzerinde bir baskı kuruldu/oluÅŸturuldu. Fakat doktor çok ihtiyatlı olduÄŸu için çıkmak
istemedi iddiaya göre. Bundan dolayı yakını olan Hüsamettin ÖzdoÄŸu ve Sarı Mustafa (Suphi’nin adamı); Esat Bey’le birleÅŸtiler ve Türkiye Sosyalist Partisi’ni bir deneme partisi olarak kurdular. Ne olacak bakalım diye. Beklenen sosyalist partisinin hemen kapatılması ve herkesin içeri atılmasıydı. Bu olmadı. Parti yaÅŸamaya baÅŸladı. Ve hatta yayına baÅŸladı. Sendikalar kurulmaya baÅŸlandı. Partinin sendikalarla iliÅŸkisi baÅŸladı. Bunu görünce Dr. Åžefik Bey de parti kurmaya karar verdi. TSP ile beraber bir ÅŸey yapacağına ayrı bir parti
kurdu. Ve böylelikle Türkiye’ de iki komünist parti görülmüÅŸ oldu ki bunların ikisinin de kökeni Türkiye Komünist Partisi’dir. Fakat iki parti arasında ihtilaf çıktı. Sonradan, öÄŸrendik ki -biz, o zaman bilmiyorduk ve çok üzülüyorduk bunlar niye kapışıyorlar diye- TKP’nin bütün tarihinde bu tür bir eÄŸilim var. Bir sürü parti var. 1930’larda hatta komintern Türkiye’de beÅŸ tane komünist partisi var diye kızmış ve laÄŸvetmiÅŸ komünist partilerini. Bunları sonradan öÄŸrendik. Bilmiyorduk. Bunlar Türkiye Sosyalist tarihinde ortaya çıkmış olan ilk Marksist partileridir. Sosyalist kabul etmiyor. Çünkü sosyalist deyince saÄŸcı sosyalistler de olabilir. Bu iki partide Marxsis’ttir ve Sovyetler’le iyi iliÅŸkilerden yanadırlar. Önemi buradadır. Çünkü o zaman bu düpedüz çılgınlıktı. Kahramanlıktı. Bunlar böyle partilerdir. Böyle çıktılar. Ve çok az yaÅŸayabildiler aslında. Mahkemeye düÅŸtüler.
Fakat Esat Bey kendisi avukat olduÄŸu ve hukukçuluÄŸu çok iyi bildiÄŸi için
partinin tüzüÄŸünü programını, neÅŸriyatını ve faaliyetini o kadar kanunlara uygun
hazırlıyordu ki, her mahkemeye düÅŸüÅŸümüzde, beraat etti parti. O yüzden Åžefik Bey’in partisi uzun sürmedi. Sosyalist partisi çok uzun süre devam etti. Samet AÄŸaoÄŸlu’nun provokasyonuna kadar. Ondan da beraat etmiÅŸtir. Mahkûm edilmemiÅŸtir. Fakat sonra tekrar kurulamamıştır.

CAFER VAYNÄ°: 1951’de Esat Adil’e karşı oluÅŸan muhalefette siz de muhalefet saflarındaydınız. Neden böyle bir ikilik ve çatışıma çıktı?

ATTÄ°L İLHAN: 1951’de Esat Bey’ e muhalefetimizin sebebi Emekçi partisinin (Åžefik Hüsnü Bey’in) telkinleridir. Emekçi Partisi ısrarla diyordu ki asıl komünist partisi biziz. Bize gelmeniz lâzım. Bizden olmanız lâzım. Ben bunu çok aptalca buluyordum. Çünkü o sıralar ben Fransa’dan gelmiÅŸtim. Ben Fransa’da aynı zamanda Fransız Komünist Partisi’ne de üyeydim. Böyle bir sıfatım da vardı. Ben diyorum ki, böyle saçmalık olmaz. Bu iki parti mutlaka birleÅŸmeli. BirleÅŸmesi için de gereken teÅŸebbüsü yapıyoruz zaten. Fakat iki
taraf da ‘Nuh diyor peygamber demiyor’. Ä°htilaf ÅŸu: ikisi de birleÅŸmeye hayır demiyor fakat her ikisi de o kendisini laÄŸvetsin, gelsin bana katılsın diyor. Biz ara formül olarak ikisi
de kendilerini laÄŸvetsinler, birleÅŸip yeni isimde, yeni bir parti çıksın ortaya alternatifini getirdik. Fakat bu tartışmalar sürerken sonuç alınamadan zaten ikisi de kapatıldı. Ve
herkes hapse girdi.

Ama Esat Bey’e karşı oluÅŸan muhalefet daha sonra farklı bir muhalefet. Esat Bey’i yeteri kadar organizatör olmamakla daha ziyade bir burjuva politikacısı olmakla suçlayan bir muhalefet oluÅŸtu iÅŸçi kanadında. Bunda Asım BEZÄ°RCÄ° çok ısrarlı oldu -Çünkü ben sonra tekrar Avrupa’ya gittim. O iÅŸin içinde olmadım- ve partinin son genel sekreteri Asım’dır. Yani devirdi Esat Adil’i.
O ÅŸundan ileri geldi. Esat Adil Bey’i tanıyanlar bilebilir ancak. Esat Adil Bey sahiden sosyalistti. Esat Adil Bey’in eÄŸitimi Belçika’dadır. O Belçika Sosyalist Partisi’yle ilgilenmiÅŸ Vandervelde’nin etkisi altında kalmış, o hevesle gelmiÅŸti. Onun bir de arkadaşı vardı, o sonradan çok büyük bir politikacı oldu. Ben onu da tanırım. Sıtkı Yırcalı. Sıtkı Yırcalı’da sosyalisttir. Politika icabı Demokrat Parti’ye girdi ve başını belaya sokmadan birçok yerlere geldi. Esat Bey daha fikir namusu olan bir adamdı. Sosyalizmden feda etmedi. Fakat sosyalist kadro yok Türkiye’de. Mecburen komünistlerle çalışmak zorunda kaldı ve komünistlerle bir yerden sonra anlaÅŸamadı. Ä°htilaf çıktı. Neticede de Asım onu devirdi. Bu bir gerçek.

CAFER VAYNÄ°: Türkiye Sosyalist Partisi gibi bir parti sosyalist ve komünist siyasi tarihimizde görmezden geliniyor gibi geliyor bana. Bunun sebepleri sizce nelerdir?

ATTÄ°L İLHAN: TSP’nin görünmezden gelinmesi çok doÄŸal. Çünkü Türkiye 1939’dan sonra Ä°kinci Dünya savaşı kâbusuna girdi ve faÅŸizan oldu. Zaten o zaman sosyalizmden bahsetmek bile mümkün deÄŸildi. SavaÅŸ bitince soÄŸuk savaÅŸla birlikte daha da büyük bir bela haline geldi sosyalizm. 1960 darbesi olduÄŸu zaman bizleri sürmeye hazırlanıyordu demokratlar. Ä°lk sürgünlerde gitmiÅŸlerdi. Bunu da ben Bıçağın Ucu romanımda anlattım. Yani, Demokrat Parti hemen soÄŸuk savaşın çarkına girdi ve hemen sosyalistleri kendine hedef aldı. Ondan sonra o da büyük baskılara giriÅŸti. Ä°ÅŸ o hale gelmiÅŸtir ki, 1960’larda yapılmış ÅŸiir antolojilerinde sosyalist ÅŸairlerin isimleri yoktur. Onları bile
almaktan korkuyorlardı. Biz o zaman yazılarımızı diÄŸer dergilerde yayınlayamazdık. Basmazlardı. Korkarlardı. Onun için kimsenin bahsetmemesi çok normal, 1960’lardan
sonra bu işlerden bahsedilmeye başlandı biraz.

CAFER VAYNÄ°: Partinin Rusya ile iliÅŸki nasıldı? BaÅŸka bir deyiÅŸle TSP Rusya’ya nasıl bakıyordu.

ATTÄ°L İLHAN: Rusya ile iliÅŸkiler çok önemli bir soru. Çünkü Rusya ile iliÅŸkiler çok önemliydi ve Emekçi Partisi, TSP’yi dünya politik hareketinde Sovyetlere daha az bağımlı olmakla suçluyordu. Yani, Sovyetlere çok itaatkâr bir parti deÄŸil. Bu da onun aleyhindedir gibi koyuyordu meseleyi. EÄŸer Türkiye için bir sosyalizm, kendine mahsus ÅŸartlarda yapılması lâzımdır tezine bunu söylüyorlardıysa doÄŸru. Çünkü TSP, Türkiye’nin
sosyalizmini savunuyordu ki ben hala onu savunuyorum. Benim çizgim odur. Yani Türkiye komünist ve sosyalist olabilir, ama bunu kendi yapar yani oradan, buradan model almaz. Böyle bir eÄŸilimimiz vardı. Ama Sovyetlerle iliÅŸkimiz neydi?

Orada Laz Ä°smail vardı. TKP’nin eskilerinden. Orada TKP’nin genel sekreteri tarzındaydı. Aynı zamanda da Moskova Radyosu’nun Türkçe spikeriydi. Erdem YoldaÅŸ diye konuÅŸurdu. Bir konuÅŸmasında Gerçek’in ve TSP’nin aleyhinde konuÅŸtu. Bu konuÅŸmanın üzerine Esat Adil de iki baÅŸyazı yazdı. Moskova Radyosu’na cevap diye. Ve çok sert yazılardı onlar. Üç gün sonra Tass Ajansı’ndan iki muhabir geldi. Yanlış anlaşılma var ‘herhalde’ diye geldiler. “Çok da kötü niyetle bakmıyoruz size” diye geldiler. Muhtemelen onları Sovyet Gizli Servisi’nden diye düÅŸünüyorum ben. O konuÅŸmada beni ve Rusları en çok etkileyen Sarı Mustafa’nın tavrı oldu. Sarı Mustafa sustu, sustu; bir noktada kafasının tası attı ve Ruslarla, Rusça konuÅŸmaya baÅŸladı. Onlara ne dediÄŸini de bir türlü anlamadık. Ruslar aptala döndü. Çünkü Rusça konuÅŸan birisinin karşılarına çıkacağını hesaplamadılar. Sarı Mustafa adam akıllı onları benzetti orda. Sonra parti kapatılınca bu olay partinin Ruslarla teması ÅŸeklinde yorumlandı ve birden partiyi mahkûm etmeye çalıştı hükümet. Fakat bunu kanıtlayamadılar. Çünkü öyle bir ÅŸey yoktu. Tek kuruÅŸ alınmadı. Hepsini bilemem ama Ruslara karşı bakışımız eleÅŸtirildi biraz. Tam bir sadakat bakışı yoktu bizde. Allah için bende hiç olmadı zaten. EleÅŸtirebiliyorduk. Ama Marksist eleÅŸtiri yapıyorduk. Nitekim benim sonraki
kitaplarımda da bu çok açıktır. SaÄŸa intikal edip de eleÅŸtirmek yanlış. Metodun doÄŸruysa eleÅŸtirirsin. O zamanlar o tavır içindeydim, kendi hesabıma. Ama diÄŸer arkadaÅŸlarımda bu kadar fazla deÄŸildi. Esat Bey zaten demokrat bir adamdı. Totaliter bir yapısı yoktu. Zaten ondan eleÅŸtiriliyordu. HoÅŸgörülü bir adamdı.

CAFER VAYNÄ°: Hasan TANRIKUT’a gelmek istiyorum. Siz de bazı yazılarınızda ondan bahsediyorsunuz.1940–1950 yılları arasında çok aktif birisi. O dönemin Ä°nsani Vatanperverlik, Gün, Gerçek, Hamle, Küllük… gibi birçok dergi ve gazetenin en önemli elemanı ve sizin yakın arkadaşınız. Tanrıkut’la tanışıklığınız ne zaman baÅŸladı?

ATTÄ°L İLHAN: Hasan Tanrıkut’la tanışmamız benim Gün dergisinde onun yayınladığı ilk ÅŸiirim olan “Ağıt”la baÅŸladı. Ağıt diye bir ÅŸiirimi bastılar. 1946–47 yıllarında. Sanırım. Yahut ta Tan zamanındaki Gün’de ama sosyalist bir dergide yayınlanan ilk ÅŸiirimdi. Ondan evvelki de yine sosyalist bir dergi olan Yeni Edebiyat’ta 1941’de çıktı. Bu, Gün’de çıkan ÅŸiirdir. Onu Hasan Tanrıkut yayınlamıştı ve beni çok merak edermiÅŸ. Sonra Gün’e ben bir sürü ÅŸiir gönderdim. Onları Hasan çok iddialı, çok cafcaflı ÅŸekillerde bastı. Ve o
sıralarda da amcamın ve babamın bir komplosuna gelerek ben CHP’nin sanat armaÄŸanını kazandım. Çünkü ben o kafamla CHP’nin armaÄŸanına katılacak bir adam deÄŸilim. Bunlar beni kandırdılar. Amcam edebiyat öÄŸretmeniydi. Åžiiri çok beÄŸendi ve önce bana “Sen bu ÅŸiirle katıl armaÄŸana” dedi. Ben dedim ki; “Ben o heriflere katılır mıyım? Onlar beni 16 yaşımda hapsettiler. Okuldan kovdular. Bu heriflerden nefret ediyorum. Ben bunlara katılmam” dedim. Babamla, amcam kendi aralarında konuÅŸmuÅŸlar. Amcam o zamanlar Fındıklı’daydı. Fındıklı’dan Ä°stanbul’a gelirken bana dedi ki; “Attilâ ben o ÅŸiiri çok sevdim daktilo et de bana ver” dedi. “Ne yapacaksınız?” dedim. “ÖÄŸrencilerime okutacağım” dedi. Ben onu anlamadım ve verdim. Kışa doÄŸru Ankara’dan bir mektup geldi bana, “Åžiiriniz armaÄŸan kazanmıştır, asarız keseriz…” Böyle bir zarf. Birden bu çıktı. Bu çıkınca ben hemen reddetmeyi düÅŸündüm. O zamanlar temasım olan solcu arkadaÅŸ Ömer Faruk Toprak Bey, “Deli misin dedi. 1500 lira o zamanlar inanılmaz bir para. Al o parayı, sen yazdığından sorumlusun. Senin yazdığında kötü bir ÅŸey yok ki” dedi. DoÄŸru, böyle bir patlamam oldu. Bu patlama olunca Gün hemen ertesi hafta bunu ilan etti. Çünkü, Attilâ Ä°lhan o zamana kadar solcu cenahta meçhuldü. Kimse bilmiyordu Attilâ Ä°lhan’ı. Yalnız Gün biliyordu. “Arkadaşımız Attilâ ilhan kazanmıştır” diye açıkladı olayı.

Ondan sonra Hasan’la solcu öÄŸrenci arkadaÅŸlar vasıtasıyla tanıştık. Çünkü, solcu öÄŸrenci arkadaÅŸlar arasında Edebiyat Fakültesi’nde onun öÄŸrencileri vardı. Hasan Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde Hilmi Ziya ÜLKEN’in asistanıydı. Hasan demiÅŸ ki, bu arkadaşı tanımak istiyorum. Ve tanıştık. Bir de meydana çıktı ki, Hasan Osmanbey’ de oturuyor. Biz de bütün gün Suna Pastanesi’ndeyiz, Osmanbey’le burun burunayız neredeyse. Bunun üzerine Hasan baÅŸladı pastaneye gelmeye. Belli bir grup oluÅŸtu. Hasan da hepimizin hocası, hepimizden büyük o. Bilgisi de bizden fazla tabii o zaman. Böylelikle bir yakınlık doÄŸdu. Ve bu yakınlık çok uzun sürdü Hasan’la aramızda. O kadar dost arkadaÅŸ olduk ki biz, Hasan askere giderken, ben Hasan’ın evinde kaldım. Ev boÅŸtu. Evi bana emanet etti. Kendisi askere gitti. Elinde iÅŸi vardı. Bir çocuÄŸa özel ders veriyordu. O iÅŸi de bana devretti. O dersi de ben verdim. O paraları ben kazandım. Ve Hasan’a para yolladım. Yani çok yakındık Hasan’la.

Ne zaman aramızdaki diyalog gevÅŸedi? Åžimdi Gerçek çıkarken bir kopukluk oldu. Hasan yetiÅŸme tarzı itibarıyla, bizim kadar tabandan militan yetiÅŸmiÅŸ birisi deÄŸildi.
Hasan bir fikir adamıydı daha çok ve bir paÅŸazadeydi. Bunun dedesi paÅŸa. Girit’ten gelmiÅŸ bir paÅŸa. O bir paÅŸa ailesinin torunudur. O yüzden biraz rahatına düÅŸkün ve
çekingendi. Gazetede tevkifat olayı baÅŸlayınca Hasan çekildi. Korktu. O arada gevÅŸeme oldu aramızda. Tevkifattan sonra yine arkadaÅŸlığa devam ettik. Fakat ben Fransa’ya gittim.

GittiÄŸimde kopuyordu, geldiÄŸimde ise tekrar baÄŸlanıyordu arkadaÅŸlığımız. En son ben ikinci seyahatten geldiÄŸim zaman, korkunç bir ÅŸeyle karşılaÅŸtım:
Bizim Sosyalist Partisi davasına, ben Fransa’ da olduÄŸum için, beni tanık olarak sokamamışlardı. Samet AÄžAOÄžLU’nun yaptığı pravakosyondan sonra. Beni direkt sanık
yapamamışlar. Çünkü benim faaliyetim yokmuÅŸ, onun için ben tanık olarak sokulmuÅŸum. Burada olmadığım için de gıyabi tevkif çıkmış hakkımda. Zaten Jöntürk hareketi dolayısıyla gitmiÅŸtim. Nâzım’ı kurtarma hareketlerine girdim ben. Ondan da, tevkif kararı vardı. Ben Türkiye’ye dönünce görür-görmez beni tutukladılar, içeri attılar
Ama bir müddet sona yer gösterdik beni serbest bıraktılar. Gıyaben dışardan yargılanmama karar verdiler. O sırada Esat Bey’den bana haber geldi. Dedi ki, “Bizim TSP’ nin mahkûmiyet kararı var. Yargıtay bozmuÅŸ. Yeniden yargılama yapılacak, bu bozuklukta sen çok önemli bir rol oynayacaksın. Aman mahkemeye gel.” Tarihi tam
hatırlamıyorum. Yalnız, Hasan’ın başından o sıralar Kıbrıs olayı geçmiÅŸ. Kıbrıs’a gitti. Orada hocalık yaptı. Oradan Ä°talya’ya gitti. Ä°talya dönüÅŸünde burada yakaladılar onu. Ve
sorguya aldılar. Sorguya dayanamadı ve ondan sonra Hasan aklını kaybetti. Kıbrıs’tan ziyade burada çok eziyet etmiÅŸler. Aklı başında deÄŸildi çıktığında Hasan’ın. Son
karşılaşmamızda aklı başında değildi.
Mahkemede sorun ÅŸuydu: Hasan mahkemeyle ilgili sanıklığında Rus Tass Ajans muhabirlerinin gazeteye geldiklerini söylemiÅŸ. Aslında söylememesi gerekiyordu. O, bunu bana atfen söylemiÅŸ. Çünkü o yoktu toplantıda. Bunun üzerine de temyiz bozuyor kararı. Diyor ki; “Burada HasanTanrıkut’un bu ifadesi üzerine mahkûmiyet kararı verilmiÅŸ. Halbuki asıl ÅŸahit olan Attilâ Ä°lhan dinlenmemiÅŸ. Bunu da dinleyin.” diye söylüyorlar
Benim mahkemeye gitmem hakikaten çok önemli. Ben tabii hemen gittim mahkeme günü. Esat Bey; “Sen doÄŸrudan doÄŸruya gerçeÄŸi söyle. Çünkü çekinecek bir tarafımız
yok. Hasan biraz ürkmüÅŸ. ÜrktüÄŸünden bunları söylemiÅŸ herhalde dedi. Åžimdi Hasan’ın ifadesi de artık geçerli olmaz. Çünkü aklı eski durumda deÄŸil.” dedi. Mahkemeyi beklerken Hasan çıktı geldi. Boynuma sarıldı. Ben de onun. Biz oturduk konuÅŸuyoruz Hasan’da hiç deli hâl görmüyorum ben. KonuÅŸurken, konuÅŸurken Hasan yavaÅŸ yavaÅŸ
beni endiÅŸelendiren ÅŸeyler söylemeye baÅŸladı. Meselâ, “Benim de geçen zaman zarfında, ahval-i ÅŸahsiyem tespit edildi.” dedi. “Ne gibi” dedim? MeÄŸerse Giritli olan paÅŸa dedesi
Girit’e, Rusya’dan gelmiÅŸ. Ve sonradan Türk olmuÅŸ. Dolayısıyla Hasan Rus’muÅŸ. “Ben Rus olduÄŸuma göre düÅŸündüm. Sovyet konsolosluÄŸuna baÅŸvurdum. Beni tanıyın ve bana
Sovyet pasaportu verin dedim.” dedi. Hasan’da bir ÅŸahsiyet çatlaması baÅŸlamış.
Böyle bir ÅŸey yok çünkü. Bunu tamamen kafadan yazmış. Arkasından, “Biliyorsun benim tezi Ziyaettin Fahri FındıkoÄŸlu reddettiydi. Komünist tez bu diye. Sovyetler birliÄŸinde yakında bu tez yayınlanacak” dedi. Anladım ki Hasan kaymış. Mahkeme baÅŸladı. Beni çağırdılar ben girdim. Hâkim sordu, ben de durumu sana anlattığım gibi anlattım. “Ama Hasan Tanrıkut
baÅŸka türlü söyledi” dedi. “Hasan Tanrıkut baÅŸka söylediyse kendisi yazmış, çünkü olayı benden duydu, ben de ona size anlattığım gibi anlattım” dedim. “Belki de emniyette baskı
yaptılar ona” dedim. Hasan Tanrıkut’u çağırın dedi hâkim. “Hasan Tanrıkut” diye iki defa bağırdılar. Gelmedi. Esat Bey kalktı dedi ki: “Dışarıda, alsınlar getirsinler.” Hasan’ı getirdiler. Hasan protesto ederek geldi. “Bana Hasan Tanrıkut diyorsun. Benim adım Hasan Tanrıkut deÄŸildir. Benim adım Ä°van Ä°vanoviç bilmem ne.” bir Rus ismi söylüyor. Böyle bir durum. Tabi hâkim hemen anladı durumu. Buna iki-üç soru sorduktan sonra meseleyi baÄŸladı ve benim ifademle parti beraat etti. Hasan’ı ondan soma bir daha doÄŸru dürüst görmedim. Çünkü ben ondan sonra Ä°zmir’e yerleÅŸtim. 10 sene kadar kaldım. Sonra Ankara’ya gittim ve 7–8 sene Ankara’ da kaldım. O yine buralardaydı. Sokaklarda dolaÅŸan, yarı meczup bir insandı. Ä°ki tane mektup yazdı bana. Hangi Batı isimli kitabımı okumuÅŸ. Biri onunla ilgili. Ankara’ya yazdı. Eski günlerden bahsediyor. Orada dikkat ettim Hasan Tanrıkut imzasını kullanmıyor. Hasan RuÅŸen imzasını kullanıyor ki, DoÄŸan RuÅŸenay imzası da onundur.

CAFER VAYNİ: Tanrıkut nasıl bir insandı?

ATTÄ°L İLHAN: Kendi hesabıma Hasan’ı çok önemserim. Çok ciddi bir adamdır. Ve o da bir Ä°nönü kurbanıdır. Ä°nönü döneminin kurban partililerindendir. Yani solcularındandır. Mehmet Ali Aybar, Mihri Belli, Hasan Tanrıkut, Adnan Cemgil, Behice Boran, Niyazi Berkes… Bunların hepsi üniversiteden atıldı, atanı da söyleyeyim. DehÅŸete düÅŸeceksin. Hasan Ali Yücel’dir. Herkesin solcu sandığı Hasan Ali Yücel atmıştır. Bir telefon emriyle. Ondan sonra Hasan’ı görmedim. Ölüm haberini gazetede okudum. Ben bir kaç ÅŸeyin üstünde ısrarla duruyorum. Hasan’ın bir piyesi vardı: Deli Dumrul. O, piyesin ben birçok bölümünü Hasan’ın aÄŸzından dinledim. Yok. Kayıp. Çok yazık. Felsefi bir piyesti. Sonra tezi Hasan’ın, “Türk Tarihinde Sosyal TabakalaÅŸma”. Yani, bizim Orta Asya’dan itibaren
sınıflı toplum haline dönüÅŸmemizi inceleyen çok ciddi, güzel bir tezdi. Kayıp.

CAFER VAYNÄ°: Evli ve bir evlatlığı olduÄŸu söyleniyor. Kiminle evliydi, ne zaman ayrıldılar?

ATTÄ°L İLHAN: Tanrıkut bir defa yakışıklı bir adamdı. Boylu, poslu, yakışıklı, mavi gözlü fevkalade güzel Rumca bilir. Rum kızlarına kur yapardı. Çapkındı. Halk çocuÄŸu deÄŸildi. Meselâ Hasan’ı hapse düÅŸmek dehÅŸete düÅŸürüyordu. Fevkalade zengin bir kütüphanesi vardı. O zamana göre. Ben de yararlanırdım evde. Onu tanıdığım sıralarda, evlendiÄŸi
karısı onu bırakmıştı. Hasan bunun acısını çekiyordu o sıralar.

O kadını tanımadım. Ama onun hakkında çok ÅŸey dinledim Hasan’dan. Karısının kendisinden uzaklaÅŸmasını ve bu sebepten (sosyalistliÄŸinden) dolayı onu bırakmış olmasını Hasan uzun süre hazmedemedi. Çok tedirgin oldu bundan. Yani mutsuz etti
Hasan’ı kadın. Onun için ben kızarım o kadına, tanımadan, bilmeden. Ama o da rahatını seçmiÅŸ anlaşılan. Çünkü Hasan’la rahat edemeyecekti. Belli, o yüzden gitti kadın.
Çünkü Hasan’ın kendisi burjuva çevresindendir. Osmanbey’de oturuyordu. Kırağı Apartmanı’nda. Kale gibi bir apartmandı. En az 200 metrekarelik bir dairede oturuyorlardı. Fevkalade rahattılar. Durumları iyi idi. Ne Anadolu’yu bilirdi, ne de baÅŸka
ÅŸeyi. Askerlik, meselâ gözünde son derece büyürdü. Ankara’ya askere gittiÄŸi sırada ben onu teselli ediyordum. “Korkma bir ÅŸey olmaz” diye. Askerde de onu levazıma verdiler.

Büyük bir ÅŸans. Çünkü levazım mektebi Ä°stanbul’daydı. Ve Ä°stanbul’da yaptı askerliÄŸi. Biraz kalem efendisiydi. Daha çok masa başı adamıydı. Halkla insanla çok sık teması
yoktu. Partide de meselâ, iÅŸçilerle teması zayıftı. KonuÅŸma yaptığı zaman ilginç kılamazdı konuÅŸmayı, o kadar bilgili adam. Çünkü bir hoca gibi konuÅŸurdu. Ä°ÅŸçilerin bunu anlaması mümkün deÄŸildi. Bazen konuÅŸtuktan sonra partide, “Attilâ yoldaÅŸ gelsin anlatsın” derdi. Ben tercüman oluyordum. O, terminolojiye uygun konuÅŸuyordu.
Karşımızdakiler ise tramvay, tütün iÅŸçileriydiler. Böyle bir entelektüel yanı vardı.

CAFER VAYNÄ°: Size katkısı ne düzeyde oldu?

ATTÄ°L İLHAN: Ben kendi hesabıma Hasan’la çok iyi olmuÅŸumdur. Bana katkısı çoktur. Çünkü ÅŸairler Türkiye’de kendilerine aynı zamanda çok ciddi bir bilimsel platform gerektiÄŸinin farkından deÄŸillerdi. Bizim ÅŸairlerimiz ÅŸiiri, ÅŸairleri ve edebiyatı bilirler. Sanıyorum ki Türkiye’de ciddi ciddi ilk defa tarih, sosyoloji, felsefe ve bunların üzerinde estetik sentez çabasına giren ben varımdır. Ben de bunu tamamen Hasan’a borçluyum. Bana bu formasyonu veren Hasan’dır. “DoÄŸru dürüst bir solcu olmak istiyorsan, hele doÄŸru dürüst bir solcu sanatçı olmak istiyorsan tarih, sosyoloji, iktisat, felsefe bilmek zorundasın. Estetik zaten bilmek zorundasın” deyince ben bu iÅŸi çok ciddiye aldım. Çünkü bizde ÅŸairlerin düÅŸünmesi pek adetten deÄŸildir. Åžairler sadece söyler. O yüzden Hasan’ın bende çok büyük etkisi ve yararı olmuÅŸtur. Bundan dolayı ona çok minnettarımdır. Onun için de hatırasını yaÅŸatmaya uÄŸraşıyorum. Her zaman çok sevmiÅŸimdir Hasan’ı.

CAFER VAYNÄ°: Hangi dergilerde yazdı. Müstearları var mıydı?

ATTÄ°L İLHAN: Hasan çok dergide yazmıştır. Kaynak dergisinde yazıları çıkmıştır. Çok da dergi çıkartmıştır. Hamle, Ä°nsan, Gün…gibi. BatılılaÅŸma konusu bizim aramızda çok önemliydi. Hangi Batı’yı yazdım ben. Hemen mektubu geldi. Tanzimatçı ve Gazi’nin BatılılaÅŸması. Bu ikisini ayırmak lâzım. Bizde birleÅŸiyor. Tanzimatçı BatılılaÅŸma demek Batının köpeÄŸi olmak demek. Åžimdi aynı durum oluyor. Gazi’nin yaptığı o deÄŸil. Gazi Türk tarihinin ana hatları diye kitap hazırlatmış. Ä°çerisinde Batı’dan bahsetmiyor. Üstünde bile durmuyor Batının. Bu bakımdan çok büyük fark var aydınlarla bizim aramızda. Bu Hasan’la tartıştığımız konulardır o zamanlar. Hasan’ın kafasını bunlar kurcalıyordu. Çünkü Hasan’ın felsefeye de çok yatkın bir kafası vardır. Ä°yi de bir felsefeciydi. DiyalektiÄŸin ne olduÄŸunu
bana biraz olsun Türkiye’de anlatan o oldu. BaÅŸka hiç kimse anlatamadı. Bir de Hasan Hilmi Ziya Bey’in materyalist döneminden çok iyi yararlanmıştır. Hilmi Ziya sonra
materyalizmden uzaklaşınca çok kızdı ona Hasan. Onu asla affedemedi.

CAFER VAYNİ: Yabancı dil biliyor muydu?

ATTİL İLHAN: Hasan kesinlikle İngilizce anlıyordu.
Rumcayı su gibi konuşuyor, biliyordu.

CAFER VAYNÄ°: Tanrıkut’un fikri cephesini anlatır mısınız?

ATTÄ°L İLHAN: Fikri cephesini biraz anlattım. Hasan aslında materyalist deÄŸil, yapısı itibarıyla ruhen metafiziÄŸe yatkın bir adamdı. Yani, soyut felsefi spekülasyona kafası çok yatkındı. Meselâ Kaynak’ta çıkan bir yazısı vardı. “Aklın sınırları” diye bir yazıydı. Beni çok etkilemiÅŸti. Aklın sınırları üzerine düÅŸünüyordu. Marksist birisi bunu
düÅŸünmez. Ama çok sistemli bir sentez taraftarıydı. Ve aynı ÅŸekilde ÅŸunu da çok rahatlıkla söyleyebilirim. Benim sentez çabamın gerisinde yine Hasan’ın rolü vardır. Yani; “Bir sanatçının, fikir adamının, aydının mutlaka metoda sahip olması ve o metotta deneysel bir sentez yapması lâzımdır.” Bu tamamen onun düÅŸüncesidir. Ve ben bunu
uygulayan biriyim. Herkes bilir benim sosyalist ve Marksist olduÄŸumu. Ama benim fikirlerim ve tezlerim öteki sosyalist ve Marksistlere benzemez. Neden? Çünkü ben
metodu kendime göre kullanırım. Tartışmaya da hazırımdır gereken insanlarla. Bu tez Hasan’ın da teziydi. Yani, bunu biz tabiri caizse aramızda beraber oluÅŸturduk konuÅŸurken. Çünkü karşımızda ÅŸöyle bir ÅŸey vardı: O zamanki komünistlerden Jidanov diye bir herif vardı. Rusya da Komünist Parti’nin önemli bir yerinde. Onun bir sanat anlayışı vardı ki;

o sanat anlayışı “Parti ne derse doÄŸrusu odur” idi. Biz buna itiraz ediyorduk. DoÄŸru olan metottu. Ben metodu alır uygularım. Ben bunu yanlış uygularsam, bana söylersin tartışırız. Ama ben metodu senin gibi uygulamıyorum diye beni hapse atamazsın. Rusya’da atıyorlardı insanları hapse. Buna biz karşı çıkıyorduk. Böyle bir özgürlükçü yanı vardı Hasan’ın da.

CAFER VAYNÄ°: Tanrıkut’la ilgili olarak sizden baÅŸka, kimlerden bilgi, belge vs. edinebilirim?

ATTÄ°L İLHAN: Benden baÅŸka artık onu hiç kimsenin tanıdığını sanmıyorum. Birkaç arkadaşı vardı. Aslan KaynardaÄŸ öÄŸrencisidir. Ona gidip sorabilirsin. Zeki Pakyürek diye bir çocuk vardı öÄŸrencisiydi. Ama nerede ÅŸimdi bilmiyorum. Bir de emin deÄŸilim ama
Sosyal Yayınları’nın sahibi Enver Aytekin vardı. Belki o da sana bazı isimler söyleyebilir. Bunlardan belki bir ÅŸeyler çıkar. Bunun dışında Hasan için
söyleyebileceÄŸim en önemli ÅŸey ÅŸudur: Türkiye’de Hasan yalnız sosyalizmin deÄŸil, hür düÅŸünüÅŸün de misali. Hür düÅŸünmek istiyordu adam. Feda ettiler.

CAFER VAYNÄ°: Esat Adil’le ilgili baÅŸka söyleyecekleriniz var mı efendim?

ATTÄ°L İLHAN: Esat Bey’le tanışıklığımız aynı yerlerden baÅŸlıyor. Ä°nsan olarak fevkalade iyi bir insandı. Çok yumuÅŸak, hoÅŸgörülü. Çok ta büyük dramlar vardır hayatında. EÅŸi delirmiÅŸti. Tımarhanedeydi. OÄŸlunun da bir dramı oldu sanıyorum. Sonra yalnız başına yaşıyordu. Buna raÄŸmen Esat Adil, Sarı Mustafa’nın yaÅŸlılığında ölünceye kadar ona yardımcı oldu. Partinin içinde başı sıkışan herkese yardım etmeye çalışırdı. Hafif bir duyma zoru vardı kulağında. O yüzden de alçak sesle konuÅŸurdu. Meselâ iyi bir hatip deÄŸildi. Partide
konuÅŸurken, sesini arkadakiler duyamazlardı. Böyle bir insandı. Sosyalizmi biliyordu. Fakat ağır basan yönü sosyalistlikten çok demokratlığıydı. Yani, Türkiye’deki faÅŸist yönetime karşı demokrasiyi savunuyorlardı aslında. Tezlerine ve gazetelerine bakarsan daha çok bunu görürsün.

CAFER VAYNÄ°: Hürriyeti savunuyorlar.

ATTÄ°L İLHAN: O zaman biz hürriyet davasındaydık. Çünkü Türkiye’de hürriyet yoktu. Önce hürriyet olacak ki, sonra sosyalizmi savunabilirsin. Bu zaman yazdığım ÅŸiirlerde hep hürriyet diye bağırmışım. Bir ÅŸiir yazıyorum. Ä°çinde “iÅŸçilerin otomatik çekiçleri” diye bir yer geçiyor. YaÅŸar Nabi Nayır basmıyor ÅŸiiri. Hâle bak. “Ä°ÅŸçiler” geçiyor diye basmıyor. Bu derece büyük bir baskı var üstümüzde. O yüzden, o zaman hep beraber hürriyeti savunuyorlardı. Hürriyet geldikten sonra sosyalizmi savunuyorlardı. Sosyalist düÅŸünceleri de söylediÄŸim gibi ikinci Enternasyonale daha yakındı. Üçüncü Entenasyonele deÄŸil. Bu yüzdende aramızda hır çıkıyordu bazen. O daha özgürlükçü bir sosyalistti. O zaman Stalin dönemi düÅŸünülürse, komünistler çok totaliterdiler. Fikir durumu buydu.
1950’den sonra pek yazdığını sanmıyorum Esat Bey’in. Daha çok dava ve
hapishanelerle uÄŸraÅŸtı. Yazdıkları da daha ziyade fikri deÄŸil, geçinmek için olmuÅŸtur. Çünkü küstü. Hayata küstü. Müstearı, AdiloÄŸlu idi. AteistliÄŸini bilmiyorum. Hiç konuÅŸmadım.

CAFER VAYNİ: Hasan Tanrıkut ateist miydi?

ATTÄ°L İLHAN: Tanrıkut’un ateist olması gerektiÄŸini düÅŸünüyorum. Bu konuda açık bir konuÅŸmamız olmadı. Yalnız onun da, benim de ÅŸöyle bir tanrımız vardı. Ki o tavrı ben hâlâ korurum. Yani, sen inanmayabilirsin, ama baÅŸkalarının inancına saygı göstermek
zorundasın. Bizim düÅŸüncemiz buydu. Bize göre sosyalizmin içindedir bu. Rusya’daki yanılgı budur. Sonra, ben aynı ÅŸeyleri çok açık olarak yazdım. Bu yanlıştır böyle bir ÅŸey
olmaz. Sen inanmayabilirsin. Ama herkesi böyle göremezsin. O, onun bireysel sorunu. Sana ne.

CAFER VAYNÄ°: Esat Adil’i baÅŸka kimlere sorabilirim?

ATTÄ°LA Ä°LHAN: Esat Bey’le ilgili Orhan’dan (Müstecabi) bilgi edinebilirsin. Sadık Alboran’dan edinebilirsin. Mahmut Erhan’dan saÄŸsa edinebilirsin diyemeyeceÄŸim. Çünkü Mahmut Erhan’la yakınlığı yoktu. O profesyonel gazeteci olarak gelmiÅŸti Gerçek’e. Sonradan da onun milli istihbaratla çalıştığı gibi bir laf çıktı. Yani gazetenin içinde milli istihbaratın
casusuymuÅŸ gibi bir laf çıktı.

CAFER VAYNÄ°: 1946’da Esat Adil, Rusya ile iliÅŸkisi var diye suçlanıyor. Siz buna ne dersiniz?

ATTÄ°L İLHAN: Rusya’yla iliÅŸkisi bu söylediÄŸim gazetecilerden dolayı.

CAFER VAYNÄ°: Esat Adil’in vefatıyla ilgili neler söylersiniz?

ATTÄ°L İLHAN: Esat Adil’in ölümünde ben burada deÄŸildim. Sonradan duydum. Metin Erksan onu bilir. Hatta benim için yazdığı yazıda da bahsediyor Esat Adil çok iyi bir adamdı, arÅŸivi ÅŸunun-bunun elinde kaldı diye. Metin biraz daha iyi biliyor. Galiba o zaman, aynı taraflarda (Cihangir) oturuyorlardı. O daha iyi biliyor.

CAFER VAYNÄ°: O sıralarda Nurullah Ataç’la polemiÄŸiniz sun’i miydi?

ATTÄ°L İLHAN: Nurullah Ataç’la Gerçek’teki polemiÄŸim çok ciddidir. Mesele ÅŸuydu. Ben CHP sanat armaÄŸanını kazanırken, biliyorsun kendi arzumla bu yarışmaya katılmış deÄŸilim. Aile beni katmış ve ben armaÄŸanı kazanmış oldum. “CHP’nin ÅŸairi” diye bir adam çıktı ortaya. Hasan sayesinde anlaşıldı ki CHP’nin falan deÄŸil. Derhal CHP de bunu gördü. O zaman bana Faruk demiÅŸti ki, CHP’nin dergilerine gönder ÅŸiirlerini çünkü para da veriyorlar. Hepimiz parasızız çünkü. Ben Ülkü dergisine ve Ä°stanbul dergisine birer ÅŸiir gönderdim. Çıktı. Fakat sonradan Hasan’ın Gün’de açıklaması çıkar çıkmaz ondan sonraki ÅŸiirlerimin hiçbirini koymadılar. Çok yıllar sonra, 1970’li yıllarda, ben Ä°zmir’ de gazetecilik yaparken -Demokrat Ä°zmir gazetesinin genel yayın müdürüyken- Behçet Kemal ÇaÄŸlar Ä°zmir’e gazeteyi ziyarete gelmiÅŸ. Orada benim o iÅŸi yaptığımı bilmiyormuÅŸ. Beni tanıyınca, “Yahu ben sizi kaç seneden beri tanımak istiyorum.” dedi. Ve bir olay anlattı. Anlattığı olay ÅŸu: MeÄŸerse beni o zaman ikinci seçen jüride o da varmış. Jüride namzet ÅŸiirleri okuyan Behçet Bey’miÅŸ. Bana o iÅŸin nasıl yürüdüÄŸünü ve benim o armaÄŸanı nasıl kazandığımı anlattı. Çünkü o armaÄŸanın bir özelliÄŸi vardı. Ä°simle katılınmıyordu. Rumuzla katılınıyordu, ismin etkisinde kalınmasın diye. Amcam da beni hangi rumuzla katmış haberim bile yok. Oradan ÅŸiirleri okuyorlar
Benim “Gavur DaÄŸlarından Rivayet” ÅŸiirlerimin “CabbaroÄŸlu Mehmet” isimli olanıdır. “Senin ÅŸiirin geldi önüme.” dedi. Vakit epey ilerlemiÅŸ. Okumaya baÅŸladığımda jürideki herkes -yorgun ve bir kısmı yaÅŸlı- uyukluyordu. Ben senin ÅŸiirini okurken Nurullah Ataç ÅŸöyle bir kaldırdı kafasını. Dedi ki, bir daha oku, baÅŸtan oku ve herkesi dürttü. Bu ÅŸiir enteresan bir ÅŸiir. Millet dinledi ÅŸiiri. Ataç benim ÅŸiir üzerinde yapışıp kalmış. Ve “Bu ÅŸiir birinci olmalı” diye tutturmuÅŸ. Hâlbuki aynı armaÄŸana katılmış baÅŸka ÅŸairler var ve onlar tanınan kiÅŸiler. Ben, daha o sıralar lisede okuyorum. Komünistlikten kovulmuÅŸ zar zor okuyan bir çocuktum. Bunların içerisinde Fazıl Hüsnü DaÄŸlarca, Cahit Sıtkı Tarancı var. Sonradan öÄŸrendim ki, ortalıkta ne kadar ÅŸair varsa hepsi katılmış. Birincinin armaÄŸanı olan 2000 lirayı almak için. Åžimdi ondan sonra büyük tartışma çıkmış. Åžiir tarzından Fazıl’ı, Cahit’i tanıyorlar. Diyorlar ki, “Cahit varken, bu tanımadığımız bir herif. Bunu biz birinci nasıl yaparız.” Tartışma kıyamet, Bu tartışma sürerken o kadar ÅŸiddetle ve ÅŸirretle (ÅŸirret bir adamdı Ataç çok) tepinmiÅŸ ki mecbur olmuÅŸlar beni ikinci ilan etmeye, birinci yapamamışlar. Üçüncü de Fazıl’ı yapmışlar ve böylece sonuçlanmış. Ve ilân edildikten çok kısa süre sonra da ben kitap yayınladım. Benim kitabım çıkar çıkmaz ilk övücü yazıyı da Ataç yazdı. Åžimdi beni çok öven ve tutan bir adam bu. Ben çıkıyorum. Onun yazdığı yazılara tepeden aÅŸağı giydiriyorum. Kafasının tası attı. Ondan sonra biz uzunca bir süre tartıştık birbirimizle. MüthiÅŸ hakaretler ederdik birbirimize. Çünkü duygusal bir adamdı Ataç. Mantıklı deÄŸildi. Onun için çok ciddi bir tartışmadır o. Yani, hayal kırıklığına uÄŸramıştı bende. “Ben bu adamda neler buldum. Komünist çıktı alçak.” Buna kızıyordu.

CAFER VAYNÄ°: Propagandist bir tarzınız var gibi geldi bana. Sizce de öyle misiniz?

ATTÄ°L İLHAN: Benim uzmanlık dalım söylediÄŸim gibi propaganda ve ajitasyon.

CAFER VAYNİ: Saadet Hepimize Mahsustur romanında Atilla İlhan kendisini mi anlatıyor?

ATTÄ°L İLHAN: Saadet Hepimize Mahsustur da kendimi anlatmıyorum. Saadet Hepimize Mahsustur benim ilk romanım deÄŸildir. Dördüncü veya beÅŸinci romanımdır. Benim ilk yayınlanan romanım Sokaktaki Adam onuncu romanındır. On tane yazdım ben daha evvel. BeÄŸenmedim. Saadet Hepimize Mahsustur’u da nitekim beÄŸenmedim, yarıda bıraktım. O nedenle neÅŸretmedim. Bu daha çok o zamanlar okuduÄŸum Emile Zola ve Balzac’ın etkisindedir. Yani, 19. asrın roman tekniÄŸiyle yazılmak istermiÅŸ bir romandır. Tabi önemli yanı ÅŸu. O yaÅŸlarda bir adamın -20’li yaÅŸlardayım- bu kadar kapsamlı bir konuyu yazmaya kalkışması ilginç. Orada iki-üç aile alınmıştır. Her birinin kendi iliÅŸkileri, birbiri arasındaki iliÅŸkileri tartışılır. Kendimi anlatmadım. Saadet Hepimize Mahsustur’da.

Ben hiç bir romanımda kendimi anlatmadım. O, ilk kitapları yayınlamamamın sebebi bu. Ä°lk romanda insanlar kendilerini anlatırlar. Kendimi anlatan bir roman
yazmak istemiyordum. Onun için ilk romanları harcadım ben. Bunda acaba ben mi varım? diye. Ama buna, insanlar o kadar alışmışlar ki, Sokaktaki Adam çıktığı zaman onun kahramanını ben sandılar. Ve bana gelirlerdi. Abi ya hadi gel, seninle sabaha
kadar içelim derlerdi. Hâlbuki ben içki içmiyorum. Yani o yüzden, o yanılgı oldu. Yalnız, ben yazdığım kahramanların havasına girerim. Ve çok somut yazarım. Ä°nsanlar
çok somut olarak ortaya çıkarlar. Mesela O Karanlıkta Biz’i okursan göreceksin. Orada Ahmet Ziya diye bir komünist lider tipi var. BirçoÄŸu onu ben sanmışlar. O da ben
deÄŸilim. Çok detaylı ve gözünün önüne gelebilecek bir biçimde anlatıyorum. O zaman sanıyorlar, diyorlar ki bu olsa olsa kendisi. Hayır, deÄŸil. Kendim hiç bir romanımda yokum aslında, olduÄŸum gibi. Sanıyorum hepsini cevaplandırdık.

CAFER VAYNÄ°: Evet efendim.

ATTÄ°L İLHAN: Takıldığın yer olursa telefon et. Esat Adil’le ilgili Enver Aytekin de konuÅŸabilir. Balıkesir’de bir arkadaÅŸ onun Belçika’ya gitmeden evvel, Balıkesir’de dergilerde çıkan yazılarını topluyor. Onun adı Ä°brahim Oluklu ve orada Milli EÄŸitim MüdürlüÄŸü’nde bulabilirsin. Balıkesir’deki üniversitede de hocalık yapıyor. Tezde hayli ilerlemiÅŸsin Çok iyi.

CAFER VAYNÄ°: Çok teÅŸekkür ederim efendim.

ATÄ°LLÂ Ä°LHAN’IN BÄ°YOGRAFÄ°SÄ°
ATTÄ°LÂ Ä°LHAN’IN BÄ°YOGRAFÄ°SÄ°

15 Haziran 1925’te Menemen’de doÄŸdu. Ä°lk ve orta eÄŸitiminin büyük bir bölümünü Ä°zmir ve babasının iÅŸi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. Ä°zmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaÅŸtığı bir kıza yazdığı Nâzım Hikmet ÅŸiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Åžubat’ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaÅŸtırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. Ä°ki ay hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eÄŸitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve Ä°stanbul Işık Lisesi’ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Åžiir ArmaÄŸanı’nda “CebbaroÄŸlu Mehemmed” ÅŸiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü ÅŸairi geride bırakarak aldı. 1946’ta mezun oldu. Ä°stanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Üniversite hayatının baÅŸarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk ÅŸiirleri yayınlanmaya baÅŸladı. 1948’de ilk ÅŸiir kitabı Duvar’ı kendi imkanlarıyla yayınladı.

1949 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nâzım Hikmet’i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk defa Paris’e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduÄŸu çevreye iliÅŸkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluÅŸturmuÅŸtur. Türkiye’ye geri dönüÅŸünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han’daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının iÅŸlendiÄŸi eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı.
1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı hakkına soruÅŸturma baÅŸlayınca Paris’e tekrar gitti. Fransa’daki bu dönem Attilâ Ä°lhan’ın Fransızca’yı ve Marksizmi öÄŸrendiÄŸi yıllardır. 1950’li yılları Ä°stanbul – Ä°zmir – Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ Ä°lhan, bu dönemde ismini yavaÅŸ yavaÅŸ Türkiye çapında duyurmaya baÅŸladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliÄŸe baÅŸlamasıyla beraber öÄŸrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan iliÅŸkisi, yine bu dönemde, 1953’te Vatan gazetesinde sinema eleÅŸtirileri yazmasıyla baÅŸlar.

1957’de gittiÄŸi Erzincan’da askerliÄŸini yaptıktan sonra, tekrar Ä°stanbul’a dönüÅŸ yapan Attilâ Ä°lhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. 15’e yakın senaryoya Ali KaptanoÄŸlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960’ta Paris’e geri döndü. Sosyalizmin geldiÄŸi aÅŸamaları ve televizyonculuÄŸu incelediÄŸi bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın Ä°zmir dönemini baÅŸlattı. Sekiz yıl Ä°zmir’de kaldığı dönemde, Demokrat Ä°zmir gazetesinin baÅŸyazarlığını ve genel yayın yönetmenliÄŸini yürüttü. Aynı yıllarda, ÅŸiir kitabı olarak Yasak SeviÅŸmek ve Aynanın Ä°çindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayınlandı. 1968’te evlendi, 15 yıl evli kaldı.
1973’te Bilgi Yayınevi’nin danışmanlığını üstlenerek Ankara’ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak ‘ı Ankara’da yazdı. 81’e kadar Ankara’da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra Ä°stanbul’a yerleÅŸti. Ä°stanbul’da gazetecilik serüveni Milliyet ve GeliÅŸim Yayınları ile devam etti. Bir süre GüneÅŸ gazetesinde yazan Attilâ Ä°lhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996’dan 2005’e kadar Cumhuriyet gazetesindeki köÅŸesinde yazdı. 1970’lerde Türkiye’de televizyon yayınlarının baÅŸlaması ve geniÅŸ kitlelere ulaÅŸmasıyla beraber Attilâ Ä°lhan da senaryo yazmaya geri dönüÅŸ yaptı. Sekiz Sütuna ManÅŸet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beÄŸeniyle izlenilen diziler oldu. Attilâ Ä°lhan, 10 Ekim 2005 tarihinde geçirdiÄŸi bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiÅŸti.

VAYNÄ°, Cafer

Toplumbilimci. 5 Mart 1968, Gülyalı / Ordu doÄŸumlu. Ä°lk ve ortaokulu Gülyalı’da okudu. Ordu Lisesi (1985), Ä°stanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü (1994) mezunu. Aynı yıl Prof. Dr. Ümit Meriç nezaretinde yüksek lisans çalışmalarına baÅŸladı. 1998 yılında Türkiye Sosyalist Partisi ve yayın organları Gerçek ile Gün gazetelerini ele aldığı tezi ile yüksek lisansını tamamladı. Halen Ä°stanbul’da sosyoloji öÄŸretmenliÄŸi yapmaktadır. Genç Sosyologlar DerneÄŸi, Türkiye Yazarlar BirliÄŸi üyesidir. Yazı çalışmalarına 1992’de, Yeni DüÅŸünce gazetesinde baÅŸladı. Sonraki yıllarda dizi yazı, röportaj, makale ve denemeleri Yeni Åžafak, Zaman, Gündüz ve Muhalif gazeteleri ile; Avaz, Sandal, Kültür Dünyası, Türk Edebiyatı, Genç Erenler, Alperen, Genç ArkadaÅŸ, Ülkü Ocağı, Ülkü Ocakları, Ülke ve Çerçeve dergilerinde yayımlandı. Kültür Dünyası dergisinin 1997 yılı açtığı yarışmada deneme dalında mansiyon aldı.

2003 yılında Prof. Dr. Ümit Meriç ve Dr. AyÅŸenur KurtoÄŸlu ile birlikte Ä°stanbul BüyükÅŸehir Belediyesi adına Kentli YaÅŸam Kılavuzu’nu hazırladı.Bu kılavuzda yazdıkları Ä°stanbullu olmanın 34 altın kuralı, Ä°stanbul Televizyonu’nun test yayını aÅŸamasında uzun süre yayımlanarak “kentli olmak yönünde” önemli katkı saÄŸladı.

Kaynak:www.sanatalemi.net

 

Attila İlhan: İşimiz kafa karıştırmak

“Kimi Sevsem Sensin” ve “Attila Ä°lhan’a mektuplar”la ortalığı karıştıran Ä°lhan’la NTVMSNBC’ye özel bir söyleÅŸi yaptık.

“BaÅŸka ÅŸiir kitabı yayınlamayacağım, ona karar verdim. Bundan sonra ÅŸiir yazarsam kitabın yeni baskılarına koyacağım. Çünkü bir insanın otuz tane ÅŸiir kitabı olması güzel bir ÅŸey deÄŸil gibi geliyor bana. Benim 12 kitap oldu. Allah bereket versin, yeter. Burada baÄŸlansın diye düÅŸünüp “bütün bir ömrün özeti” dedim. Yoksa veda etmek gibi dramatik ÅŸeyleri sevmem ben.”

M.S. Polat- Vaktiyle, “bilinç aydını – inanç aydını” ayrımı yapardınız. YaÅŸanılan son geliÅŸmelerden sonra da devam ediyor mu bu ayrım? “Bilinç aydını” kaldı mı memlekette?

Attila Ä°lhan- Biz de bilinç aydını olamıyordu ki zaten. En bilinç aydını olması gerekenler solculardı. Onların da hali ortada. Bizim solcuların kimi Çin solcusudur, kimi Arnavut solcusudur. Bu ne demek? Adamlar bunlara inanıyor demek. Dolayısıyla, onlar da inanç aydınıdır. Ä°nanç aydınlığından kurtulamadığımız için bütün bu dramları yaşıyoruz zaten. Ä°nek solculuÄŸu yaparsan, doÄŸruluÄŸunu yanlışlığını sorgulamadan bir ÅŸeye inanıp peÅŸinden gidersen olacağı budur. Bir baÅŸka ülkedeki liberalliÄŸi burada uygulamaya kalkmanın da bundan farkı yoktur. Yani o da inek liberalliÄŸidir. Türkiye’nin ÅŸartları içerisinde bir metodu uygulayıp hangisini yapmamız gerektiÄŸini tartışarak bulmalıyız doÄŸru yolu.

M.S. Polat- Sosyalizm, Türk solcularından çektiÄŸi kadar kimseden çekmedi galiba…

Attila Ä°lhan- Ä°ÅŸ öyle bir hale geldi ki, ben ÅŸimdi onlara “korucu” diyorum. DaÄŸlardan, kırlardan çiçek topluyorlar, ormanları saÄŸlam tutmaya çalışıyorlar. Sosyalizmin her ÅŸeyden önce sınıfsal bir ÅŸey olduÄŸunu akıllarına getirmiyorlar, kalkıp çevrecilik yaparak kendilerini kandırıyorlar. Utanmadan bir de nükleer enerjiye karşı çıkıyorlar. Nükleer enerjiye karşı çıkmakla, Gütenberg’in matbaasına karşı çıkmak arasında ne fark var Allah aÅŸkına? Bunlar solculuÄŸun filan farkında deÄŸiller ki; kim eÅŸek, bunlar semer…


“BAÄžIMSIZ AYDIN YOK

M.S. Polat- Türkiye’de aydın olmak, hep belli rantların paylaşımcısı olmak anlamına geldi bugüne kadar. Mabeyin Kalemi de öyleydi, Tercüme Odası da. SaÄŸcısı da pay aldı hükümetlerden, solcusu da. Katılıyor musunuz bu görüÅŸe, katılıyorsanız neye baÄŸlıyorsunuz?

Attila Ä°lhan- Ä°ntisapla yürüyor bu iÅŸler. Osmanlı’da da böyleydi, Cumhuriyet’te de sürdü. “Ä°smet PaÅŸa’nın adamı, Celal Bayar’ın adamı” ne demek, ona intisap etmiÅŸ adam demek. O iktidardaysa, ona intisap eden adam da gayet rahattır. Ä°ktidardan düÅŸtüÄŸünde ise o da düÅŸer iktidardan. Bundan kurtulmadıkça ne bağımsız aydın çıkar ortaya, ne de çaÄŸdaÅŸ olabiliriz. Adam ben bağımsız aydınım diyor, dibini bir kurcalıyorsun, bilmem nerede, kiminle baÄŸlantısı çıkıyor ortaya.

M.S. Polat- Ä°slâmcı aydınların ortaya çıkışı, geleneksel Batıcı aydınların kendilerine biraz çeki düzen vermelerine yol açtı galiba. Galiba bir de aydın – halk kopukluÄŸunu daha net bir biçimde serdi gözler önüne. Nasıl deÄŸerlendiriyorsunuz bu durumu?

Attila Ä°lhan- Ä°slâmcı aydınları küçümseyerek en büyük hatayı yaptı Batıcılar. Onları cahil, bilgisiz, hiç bir ÅŸey okumaz – yazmaz zannettiler. Halbuki, bugün onların bilgi kapasitesi, Batıcı sayılanlardan çok daha yüksek. Bu açıkça görülüyor. Edebiyatta da öyle. Benim kitaplarımda yazdığım ÅŸeyleri, Ä°slâmcı bir aydınla daha rahat konuÅŸuyoruz. Ä°slâmcı aydınların bir baÅŸka dramı var. O çok belli. Ä°slâmi kesim, bütün bilgi birikimine raÄŸmen, henüz ümmet dönemi koÅŸullarını aÅŸabilmiÅŸ deÄŸil. Halbuki biz millet olmuÅŸuz. Millet olduÄŸun zaman mantık deÄŸiÅŸiyor. Bizim Ä°slâmcıların bilhassa kadına bakışında bu mantık deÄŸiÅŸmiyor. Çocuk yapıp yemek piÅŸirecek kadınlar arıyorlar hâlâ. Halbuki, Ä°slâmcı kadın bunu istemiyor. O mücadele etmek, mesleÄŸinde bir yerlere gelmek istiyor. “Sen erkek kadavrasına baktın” diye tıp fakültesinde okuyan sevgilisinden ayrılan Ä°slâmcı erkekler biliyorum ben. O zaman niye okutuyorsun bu kadını?

“KADIN ÅžAÄ°R SAYISINDA TUHAF BÄ°R ARTIÅž VAR”

M.S. Polat- Åžuâra taifesi, nicelik olarak sürekli bir artış kaydediyor. Aynı artış, nitelikte de mevcut mu? YaÅŸayanlar arasında “ustalık” katına ulaÅŸtığını düÅŸündüÄŸünüz ÅŸairler var mı?

Attila Ä°lhan- Åžiirde çok üzgünüm, kalabalığı yakalamış, Türk halkını yakalamış bir ÅŸair göremiyorum. Böyle bir isim yok. Yalnız kadın ÅŸair sayısında tuhaf bir artış görüyorum. 40’larda, 50’lerde böyle bir ÅŸey yoktu. Åžimdi artık her tarafta bir kadın ÅŸaire rastlamak mümkün. Aralarında yetenekliler de var.

M.S. Polat- Bu moda olarak algılanmıyor mu bu?

Attila Ä°lhan- Bir kısmı moda olarak baÅŸlıyor iÅŸe. Devrik cümle yazınca mısra oldu sananlar var elbette. Ama aralarında yetenekli olanlar da var.

Hikâyede bir düÅŸme var. Bu postmodernizm çocukların kafasını karıştırdı. Åžimdi, postmodernist hikâye diye aslında hikâye yazmamaları lazım geldiÄŸini düÅŸünüyorlar. O zaman da ortaya inanılmaz aÅŸureler çıkıyor. Ne bulurlarsa içine koyuyorlar. Bununla okur bulabilmeleri çok zor. Medyanın iteklemesiyle bir ÅŸeyler çıkabilir ama medya dürtüsüyle çıkan okur da saÄŸlam okur deÄŸildir. Roman da ise sabırlı insanlar var. Romanda beni özellikle iki alan sevindirdi. Ä°lki polisiye. Polisiye yoktu Türk edebiyatında. Åžimdi var ve fena da gitmiyor, yetenekli çocuklar mevcut. DiÄŸeri ise science-fiction yani bilim kurgu. Bu da iyi. Ama roman gibi roman dersek eÄŸer, Mehmet EroÄŸlu ile Orhan Pamuk var. Orhan, bana sorarsan eÄŸer, “Cevdet Bey ve OÄŸulları” çizgisini geliÅŸtirerek götürseydi, ÅŸimdi edebiyat tarihinde çok mûhkem bir yerde olurdu. Halbuki ÅŸimdi deÄŸil. GeleceÄŸinden pek emin deÄŸilim. O da sanırım bunun sıkıntısını yaşıyor. Mehmet EroÄŸlu’nun son kitabını tam olarak okuyamadım. Onun da artık eski çizgisini zenginleÅŸtirmesi gerekiyor. Ama elimizi kalbimize koyup konuÅŸalım: YaÅŸar Kemal’in, Orhan Kemal’in, Samim Kocagöz’ün, Ä°lhan Tarus’un ortaya çıktıkları dönemdeki zenginlik var mı? Yok ne yazık ki. Belki isim daha fazla ÅŸimdi ama herkes aynı tür ÅŸeyler yazıyor. Bu tam bir fakirlik, eskisi zenginlikti.

“BEYAZ TÜRKLER’Ä°N YAÅžADIÄžI YERLERDE YAÅžAYAMIYORUM”

M.S. Polat- Ä°zmirli’siniz ama en Ä°stanbullu ÅŸairden daha ziyade Ä°stanbul ÅŸairisiniz. Nedir Ä°stanbul’la aranızdaki iliÅŸki? “Ulan istanbul ben senin oÄŸlun deÄŸil miyim” dediÄŸiniz oluyor mu hâlâ, yoksa barıştınız mı kendisiyle?

Attila Ä°lhan- Ä°stanbul’un bazı yerleriyle barışığım, bazı yerleriyle deÄŸilim. “Beyaz Türkler”in yaÅŸadığı yerlerde yaÅŸayamıyorum ben. Çünkü orada bize Hintli muamelesi yapıyorlar. Ama Emirgan’a gittiÄŸim zaman çok rahatım. BeÅŸiktaÅŸ pazarında da gayet iyiyim söz geliÅŸi.

M.S. Polat- Medyanın edebiyatçıları, edebiyatçıların medyayı kullanma biçimi hakkında neler düÅŸünüyorsunuz? Batı türü bir pazarlama mantığının ürünü mü bu?

Attila Ä°lhan- Bunu aslında medya yarattı. Medya ciddi konulardan kaçmanın yolunu burada buluyor. Türkiye’yi birinci dereceden etkileyen önemli konular var. O konuların üzerine gidilmesi lazım. Ama giderse hükümetle arasını bozacak. Bunun çaresini, incir çekirdeÄŸini doldurmayan ÅŸeyleri ortaya çıkarıp büyütmekte buluyor. Sayfan çoksa, bunu da gayet rahat yapabilirsin. Edebiyatçıları da mankenler gibi kullanıyorlar. Buna teÅŸne olan edebiyatçılar her zaman çıkar zaten. Çünkü medya vasıtasıyla ortada görünmek de bir hastalık.

“BEN Ä°STENMEYEN ADAMIM HEMEN HER DEVÄ°RDE”

M.S. Polat- Kitaplardan söz edelim biraz da. “Hemen her devirde istenmeyen bir adam” olduÄŸunu söylüyorsunuz. Gerçekten böyle bir tavır alındı mı size karşı? Alındıysa ÅŸayet, sebebi neydi bunun? Yoksa, “hemen her devirde” aydınlar tarafından istenmeyen bir adam olduÄŸunuzu mu ifade etmek istiyorsunuz?

Attila Ä°lhan– Åžimdi, ben önce komünist, daha sonra da ÅŸair ve yazar oldum. Marksizm önce gelince, doÄŸal olarak bir metod sahibi oluyorsun. Bu metod, dünyada durduÄŸunuz yeri de, dünyaya bakışınızı da belirliyor. Önce ÅŸair ve yazar olup, sonra Marsizm’e soyunanlarda böyle bir metod kavrayışı yoktur. Zaten ben de bu nedenle, öteden beri Türkiye’de asıl sorunun aydınların yabancılaÅŸması olduÄŸunu anlatıp duruyorum. Türk aydını oldum olası bir Batı projeksiyonu içerisindedir. Böyle bir ÅŸeye yani bir “Batı medeniyeti” olduÄŸuna da inanır. Halbuki orada “Batı medeniyeti” diye bir ÅŸey yok. Ä°ngiltere var, Almanya var, Fransa var. Herkesin kendi kültürü, kendi medeniyeti var. Bunu gördüÄŸün zaman, “Batı’ya Batı’da yaÅŸayanlar inanmıyor da biz niye inanıyoruz?” diye soruyorsun ister istemez. Bu da adamları rahatsız ediyor. Mustafa Kemal’de Batıcılık diye bir ÅŸey yok, “çaÄŸdaÅŸlık” diye bir ÅŸey var. Durmadan “muasırlık”tan bahsediyor adam. Ä°ÅŸleri karıştıran Ä°smet PaÅŸa. Onunla birlikte yeniden tanzimatçılığa dönüyoruz biz. Tanzımatçıların hepsi Batıcı çünkü. Batıcı aydınlar bunun için hiç sevmez beni. E, ben solcuları da eleÅŸtirdim, “siz solculuÄŸu bilmiyorsunuz” dedim. Onlar da kızdı bana. Herkesin ayağına bastım ben, herkesin rahatını kaçırdım. Onun için sevmezler beni. Ben son üç aydır yine inanılmaz ÅŸeyler yazıp söylüyorum. Biri çıkıp, “Yahu bu adam yanılıyor, yalan söylüyor, bu iÅŸler böyle deÄŸil” dese ya. Bunu söyleyemiyorlar. Hiç unutmam, bir gün bir arkadaÅŸ, “Sürekli kafa karıştırıyorsun, vazgeç artık” dedi. Bizim asıl iÅŸimizin kafa karıştırmak olduÄŸunu çoktan unutmuÅŸ adam…

“HALK SEVER BENÄ°”

M.S. Polat- “Hemen her devirde istenmeyen bir adam” olduÄŸunuzu söylüyorsunuz ama madalyonun bir de arka yüzü var. Çünkü, bir yandan da, “hemen her devirde el üstünde tutuldunuz.” Åžiir kitapları, romanlar, tv dizileri, “Hangi…” serisi. Son günlerde de yine gündemin baÅŸ köÅŸesindesiniz. Bir çeliÅŸki mi bu, yoksa baÅŸka bir ÅŸeyin göstergesi mi?

Attila Ä°lhan- Halk sever beni. Ama Türkiye’de aydın kesim içerisinde etkili olan kiÅŸiler, kesinlikle benden hoÅŸlanmazlar, bana karşıdırlar. Ä°ÅŸte “Attilâ Ä°lhan’a Mektuplar” kitabının patırdı çıkarmasının sebebi de budur. Bana yazdıklarının ortaya çıkmasıyla çok mahcup oldular. Çünkü her yerde çok baÅŸka türlü konuÅŸuyorlar. Ama halk başından beri benim yanımdadır. Ben mesala bu ÅŸiir kitabını çıkarırken alâka göreceÄŸini düÅŸünüyordum ama on günde on bin satacağını sanmıyordum.

M.S. Polat- Ama ErtuÄŸrul Özkök’ten DoÄŸan Hızlan’a kadar herkes söz etti kitaptan…

Attila Ä°lhan- Peki de bu neden böyle oldu? Son zamanlarda benim yazdığım yazıların bir kısmı, bazı “Beyaz Türkler”i de sarsıyor anlaşılan. Bakıyorlar, okuyorlar, “Yahu herif doÄŸru söylüyor galiba” demeye baÅŸlıyorlar. Çünkü insanların ofsaytta oldukları, sürekli yanlış ÅŸeyleri savundukları ortaya çıkıyor.
“BAÅžKA ŞİİR KÄ°TABI YOK”

M.S. Polat- 76 yaşındayken, bu kadar çok kiÅŸinin “ÅŸair” olduÄŸu bir ülkede, üstelik bir ÅŸiir kitabıyla gündemi belirlemek nasıl bir duygu, neler hissediyorsunuz?

Attila Ä°lhan- DoÄŸrusunu istersen bende böyle bir taraf yoktur. Ben bir kitabı bitirdikten sonra ona olan alâkam hemen ikinci plana düÅŸer. Akibeti hakkında bir fikrim var. Biliyorum ki bu kitap çıkar, belirli bir sürede biter ve yenisi basılır. Ama böylesine sansasyon yapıp ortalığı yıkacağı aklımın ucundan bile geçmemiÅŸti. Bununla birlikte, bu kadar iyi iÅŸ yapmış olması da benim düÅŸüncemi deÄŸiÅŸtirmiyor. Çünkü, ben o ara yeni yazmakta olduÄŸumla uÄŸraşıyorum, o beni daha çok ilgilendiriyor.

M.S. Polat- “Kimi Sevsem, Sensin” kitabının böyle bir yaygınlık kazanmasını neye baÄŸlıyorsunuz?

Attila Ä°lhan- Benim son zamanlarda gördüÄŸüm bir ÅŸeyi doÄŸruluyor bu: Bizim halkımız 35 – 40 yıldır başında boza biÅŸiren politikacıların, sanatçıların, medyanın söylediklerinden bıkmış vaziyette. BaÅŸka ÅŸeyler söyleyen insanlar arıyor ve ben onlardan biriyim.

M.S. Polat- Kitabın kapağında “Bütün bir ömrün özeti” olduÄŸuna dair bir uyarı var. Bir veda anlamı mı taşıyor bu uyarı?

Attila Ä°lhan- Veda deÄŸil. BaÅŸka ÅŸiir kitabı yayınlamayacağım, ona karar verdim. Bundan sonra ÅŸiir yazarsam kitabın yeni baskılarına koyacağım. Çünkü bir insanın otuz tane ÅŸiir kitabı olması güzel bir ÅŸey deÄŸil gibi geliyor bana. Benim 12 kitap oldu. Allah bereket versin, yeter. Burada baÄŸlansın diye düÅŸünüp “bütün bir ömrün özeti” dedim. Yoksa veda etmek gibi dramatik ÅŸeyleri sevmem ben.

“BENÄ°M HAYAT TARZIM SOLCUDUR”

M.S. Polat- “Sevmek için geç, ölmek için erken” ÅŸiiri de bir hayıflanma ihtiva ediyor sanki. Çünkü hep öyle deÄŸil midir, sevmeye hep biraz geç kalırız, her ölüm de esasen erken ölümdür…

Attila Ä°lhan- O özel olarak benimle ilgili deÄŸil, genel olarak bütün insanlarla ilgili bir ÅŸey. Ben onların hislerine tercüman olmak istedim. Modern hayat öyle bir ÅŸekilde geliÅŸti ki, insanlar hem daha uzun yaşıyorlar, hem daha çok hayatın içinde kalıyorlar. Halbuki öyle bir yaÅŸa geliyorsun ki, bazı ÅŸeyler artık mümkün deÄŸil. Ne sevebiliyorsun, ne ölebilyorsun yani. Onu anlatmaya çalışıyorum. Daha ziyade 50 yaşından sonra erkeklerin içine düÅŸebilecekleri bir durum bu. Bunun içinde fizik iktidarsızlıktan tut da, ruhi iktidarsızlığa kadar veyahut imkânsızlığa kadar bir sürü sebep var. Üstelik etrafta o kadar güzel kızlar dolaşıyor ki… Bunlarla iliÅŸki hayali kurulabilir belki ama somut bir ÅŸey yaÅŸanamaz. YaÅŸamaya kalktığın zaman, paradan baÅŸka bir ÅŸey düÅŸünmeyen birtakım kızlar bulabilirsin ancak. O da aÅŸk deÄŸildir zaten.

M.S. Polat- Keyifli bir yaÅŸlılık geçirdiÄŸinizi söyleyebilir misiniz? 1941’de hapishaneye atılan liseli genç, 2001’de her türlü itibarın merkezinde...

Attila Ä°lhan- Benim için o önemli deÄŸil. Biliyorsun, benim formasyonum solculuk. Ben başından itibaren aynı istikamette yaÅŸamışımdır. Hayat tarzım da solcudur. Para kazandığım zaman ÅŸöyle bir sıkıntıyla karşılaşıyorum, harcama kabiliyetim yok. Alışmamışım. Onun için o tarafı beni çok ilgilendirmiyor. Keyif ÅŸu bence: Nereye gitsem beni tanıyorlar artık. Bu ilginin nedenini, beni sevenler deÄŸil, sevmeyenler merak etmeli asıl. Bunun cevabını düÅŸünseler, yanlış yapmaktan kurtulacaklar belki de. Çünkü benim başından beri bütün kerâmetim, Türk halkının bileÅŸkesini yakalayabilmekte. Ben bu halkın çocuÄŸuyum.

M.S. Polat- Ve üstelik diÄŸerleri gibi şımarmıyorsunuz da. Sizin yakaladığınız baÅŸarının onda birini yakalayanların mangalda kül bırakmadığı bir devirde, hayli de sakinsiniz…

Attila Ä°lhan- Bunda birkaç ÅŸey rol oynuyor. Bir kere çok küçük yaÅŸta, önce cezaevine girerek, sonra da Anadolu’da yaÅŸayarak halkla içli-dışlı oldum ben. Tesadüfen de büyük sefaletin olduÄŸu savaÅŸ yıllarına rastladı bu. Buradan Adana’ya trenle iki gün iki gecede gidiyorsun, altı kiÅŸilik kompartımanlarda 12 kiÅŸinin oturduÄŸunu görüyorsun. Bu insanların içinde bulunmak, inanılmaz ÅŸeyler katıyor sana. Bunları gördükten sonra halkını baÅŸka türlü tanıyorsun. Bir ÅŸehirlinin bakış açısı olmuyor bu. Çünkü ÅŸehirlinin halka bakışı, kapıcıya bakışından ibarettir. Gerçek manada halkı görmez. Bu bir tek subaylarda vardır. Çünkü bizim ordumuz halk ordusudur. Kendisinde bu halkı adam etmek gibi bir misyon vehmetmeyenler, her zaman halka yakın olmuÅŸtur benim kanaatimce. Kendinde bu türden misyon vehmedenleri de halk bir güzel doÄŸrultur zaten. Çünkü ben Türk halkının saÄŸduyusuna dehÅŸetli inanırım. 700 sene gık demediÄŸi bir hanedana, bir ay içerisinde karşı çıkmıştır. Bana 68 kuÅŸağından insanların gelip “Bu halkla hiçbir halt olmaz” dedikleri zamanlar oldu. Onlara cevabım hep aynı olmuÅŸtur: “Kemal PaÅŸa hangi halkla yaptı?” Kemal PaÅŸa bu halkla Milli Mücadele yapabildiyse, kabahati kendinde arayacaksın.


Bu haberlerde ilginizi çekebilir!