ÖNE ÇIKAN HABERLER |
Hiçlik denizinde, bilinmeyen steplerde, O (CC) tek olan, ilk yarattığı kaleme sordu;
“Ben kimim”
“Sen benim Rabbimsin (Yaratanımsın)” dedi kalem.
“Sana Rabbin emrediyor, yaz o zaman”
“Ne yazayım?”
“Yazzz!”
“Ne yazayım… Ne yazayım… Ne yazayım?” Dile kolay, yedi yüz seksen küsur sene soruldu bu soru, ta ki Besmelenin B’si ile başlayana kadar, sonra tüm hikâyeyi yazdı kalem. Başlangıçtan bitene kadar her şeyi, muhakkak ki yazdığı her şey kalem gibi/kadar dümdüz ve dosdoğruydu. Sıra aşkı yazmaya geldiğinde, kalem ortadan ikiye yarıldı, zira aşkı kalem yazmazdı.
Ey âdemoğlu, aşk öyle bir misal ki, şeytanı cennetten kovdurur da, ateşe sürükler günden güne… Bütün cennet ehli, Allah’ın halifesi olan insanın yanına koşarken, şeytan yamacına yanaştı ve çamurdan yaratılmış ancak henüz ruh üflenmemiş Âdem’in bedenine dokundu tıngırdatarak;
“Bu balçık mı halifesi olacak Allah’ın? Benden daha bilgili midir, benden daha has mıdır bu tıngırdayan çamur parçası?
Haklı olabilirdi belki de şeytan lakin âdem ve nesline aşk bahşedilmişti. Sonra ne bilsindi ki kalemin bile yazamadığı, hikâye edemediği aşkı şeytan? Cennetten kovuluverdi ve yeminler ederek neslinden gelecek olanları yoldan çıkaracağına.
Sonra adil olan Allah (Adl CC) insana nefis merdiveninin beraberinde aşk-ı muhabbeti verdi. Ya çıkacaktı ademoğlu o merdivenden yukarı aşk-ı muhabbetle, ya inecekti nefsi natıkayla. Bu öyle bir merdivendi ki, “İnsandır yapar” diyerek özet geçti hikâye eden kalem. Aşk üstüne nakşedilerek ruhu üflenen çamur, aşka bulanınca insan oldu, kalemin yazdığını okuyan Rabbini (kendini) bildi, okumayan ise başkaca şeyleri (eşyaları) aşkı bildi ve şekle takıldı. Şekli nefis istedi, nefsi şeytan kandırdı, aşık olacakken insan, putta aradı ve beşer olarak kaldı.
Beşer tek mevsimlik, tek ömürlük bir coğrafyaydı, oysa insan yedi mevsimdi aşkla ve sonsuzluk vaat ed ilmişti ona.
Zekâ tüm beşeriyete bahşedilmiş bir meleke, vicdan da, ruh da, gönül de, beden de… Her birini doğru yerde kullanan, nitelik ve niceliğin ayırtına vardı, ancak çoğu âdemoğlu varamadan göçtü, gitti, gidiyor. Zekâsını vicdan filtresinden geçirip, o akılla iman eden gönüller, nefsini şeytan şerrinden muhafaza ederken, diğerleri edemediler.
Görmeden bakmayı, duymadan işitmeyi, dokunmadan hissetmeyi, söylemeden konuşmayı, yani kısacası imanı buldular tüm gayelerinde. Peki ya diğerleri?
Bir hayal kurdular sadece zekâlarıyla, şekle soktular aşkı, yetmedi sürüklediler oradan oraya. Kimi evladım dedi, kimi fikrim, kimi aklım, kimi inancım, kimi kadınım, kimi erkeğim. Oysa sevmek bir basamaktı, aşk ise sonsuz yukarı çıkan bir merdivendi. Aşk-ı muhabbette elbette hayal vardı, ancak hayal şekli olmayandı, görmeden, duymadan, dokunmadan, bilmeden ama bilerek, var iken yok olmaktı ta kendisinde, öyle ki kendinden geriye hiçbir şey kalmayana kadar.
Aşk-ı Muhabbet bir hayaldir, sultandır, kalem yazmazdır, ancak yaşayan bilir ölerek içinde.
Ya hicret et aşkı hayalden aşkı muhabbete, yanmadan yan ateşinde, ya da..!